Uzman klinik psikolog olarak bireylerin karar alma süreçlerini, algılarını ve duygularını yakından gözlemliyorum. Ancak reklamcılık alanında ilerlemeyi düşündüğüm zamanlardan biliyorum ki, bu süreçlerin yalnızca terapi odasında değil pazarlama ve marka yönetiminde de kritik rol oynadığını görüyoruz. Çünkü bir marka kurmak, aslında insanların zihninde ve duygularında sağlam bir yer edinme çabasıdır.
Peki bugün bir marka kuracak olsam, psikolojinin pazarlamaya bakışı ve araştırmalar ışığında hangi adımları atardım?
İnsan Zihninde Doğru Kapıları Açmak: Category Entry Points
Araştırmalar gösteriyor ki tüketiciler bir markayı hatırlarken belirli “durumlar” üzerinden tetikleniyor: örneğin “yorgunken enerji almak”, “arkadaşlarla buluşmak”, “özel gün hediyesi almak”. Bunlara Kategori Giriş Noktaları (Category Entry Points) deniyor.
➡️ İlk işim, markamı hangi durumlarda hatırlatmak istediğimi tanımlamak olurdu. Çünkü hatırlanmadığınız yerde, tercih edilmeniz mümkün değil.
Konumlandırmayı Psikolojik Bir Piramitle İnşa Etmek
Keller’ın geliştirdiği Customer-Based Brand Equity (CBBE) modeli, markaların zihinlerde nasıl yer ettiğini anlatan bir piramittir:
Salience (farkındalık): Tüketici sizi ne kadar kolay hatırlıyor?
Performance / Imagery: Ürün işlevi ve yarattığı imge.
Judgments / Feelings: İnsanların verdiği değer yargıları ve hisleri.
Resonance: En tepede, aidiyet ve bağlılık.
➡️ Marka stratejimi bu piramit üzerinden kurar, her adımda psikolojik ihtiyaçları karşılamayı hedeflerdim.
Ayırt Edici Kodlar: Beynin Hızlı Yolları
İnsan zihni karmaşık bilgileri hızla ayırt etmek için görsel ve işitsel ipuçlarını kullanır. Logonun rengi, ambalajın formu, hatta markanın çıkardığı ses bile bu kodlara dahildir. Henderson & Cote’un araştırmaları, basit, anlamlı ve ayırt edici logoların daha kolay hatırlandığını gösteriyor.
➡️ Bu nedenle markamın “ayırt edici kodlarını” tasarlayıp, bunları düzenli olarak ölçerdim.
Görünürlüğün Denge Noktası: Mere Exposure Etkisi
Zajonc’un (1968) bulgularına göre, insanlar sık gördükleri uyaranlara karşı daha olumlu bir tutum geliştiriyor. Bu, markaların görünürlüğünü artırmak için güçlü bir psikolojik mekanizma. Ama aşırısı zararlı: Klinik pratikte de biliyoruz ki fazla uyaran kaygıyı artırır ve kaçınma yaratır.
➡️ İletişim stratejisini “nazik tekrar” üzerine kurmak, tüketicide güven ve yakınlık yaratır.
Kısa ve Uzun Vadeyi Dengelemek
IPA araştırmalarına göre başarılı markalar bütçelerini yaklaşık %60 marka inşası / %40 kısa vadeli satış aktivasyonu şeklinde ayırıyor. Yani sadece kampanya değil, uzun vadeli kimlik inşası da şart.
➡️ Ben de marka kursam, duygusal bağ kuran hikâyeler ile kısa vadeli promosyonları dengelerim.
Dağıtımın Psikolojisi: Double Jeopardy Yasası
Araştırmalar, küçük markaların hem daha az müşteriye sahip olduğunu hem de sadakat oranlarının daha düşük olduğunu gösteriyor. Yani sadakat inşa etmek için önce daha çok insana ulaşmak gerekiyor.
➡️ Stratejimin önemli bir kısmını markamı mümkün olan her yerde ulaşılabilir kılmaya ayırırdım.
Fiyatlandırma ve Algı: Prospect Theory
Kahneman ve Tversky’nin Beklenti Teorisi, insanların kazançlardan çok kayıplara duyarlı olduklarını ortaya koyuyor.
➡️ Bu yüzden fiyat stratejimi yalnızca rakamsal değil, psikolojik çerçevelemelerle kurgulardım: “Ücretsiz iade”, “memnuniyet garantisi” gibi mesajlarla kayıp hissini azaltmak, tüketicide güven oluşturur.
Markanın Değerleri: Otantiklik mi, Jest mi?
Günümüzde markaların toplumsal bir amaçla sahneye çıktığını görüyoruz. Ancak literatür, yalnızca “moda olduğu için” yapılan aktivizmin güven kaybettirdiğini; otantik, içsel değerlerle uyumlu amaçların ise güveni ve bağlılığı artırdığını gösteriyor.
➡️ Kendi markamda öncelikle iç uyumu sağlamak (ürün, tedarik, insan kaynakları) ve ardından dışarıya anlamlı bir hikâye sunmak isterdim.
Ölçüm ve Öğrenme Döngüsü
Bir markanın sağlığını yalnızca satışlarla ölçmek eksik olur. Klinik psikolojide de değişimi çok boyutlu ele alırız. Marka yönetiminde de benzer:
➡️ Bu döngü, markanın hem “şimdi” hem de “gelecek” için güçlü kalmasını sağlar.
Bir marka kurmak, yalnızca iş planı değil, aynı zamanda psikolojik bir yolculuktur. İnsan zihninin işleyişini anlamadan yapılan her hamle, eksik kalmaya mahkûmdur. Eğer bugün kendi markamı kursam:
Doğru durumlarda hatırlanmayı,
Ayırt edici kodlarla zihinde yer etmeyi,
Nazik tekrarlarla güven oluşturmayı,
Değerlerimi otantik bir şekilde yansıtmayı önceliklerdim.
Çünkü görünürlük aynı zamanda insanın ruhuna da dokunabildiğinde kalıcı olur.
Günümüzde markaların yalnızca kaliteli ürün ya da hizmet sunmaları yeterli değil; aynı zamanda insan zihninde nasıl bir yer edindikleri de büyük önem taşıyor. Bu noktada görünürlük kavramı devreye giriyor. Görünürlük, yalnızca reklamlarla sağlanan bir farkındalık değildir; markanın bireyin duygu, düşünce ve davranış dünyasında bıraktığı izdir.
Görünürlük Neden Bu Kadar Önemli?
Psikolojik açıdan, insanlar seçimlerini rasyonel nedenlerden çok duygusal bağlara dayanarak yaparlar. “Tanıdık gelen” markalar güven duygusu uyandırır. Beynimiz, daha önce karşılaştığı uyaranlara yönelik olumlu bir eğilim gösterir; buna mere exposure effect (alışıldık etki) denir. Yani bir markayı ne kadar sık görürsek, ona dair olumlu bir yaklaşım geliştirme ihtimalimiz o kadar artar.
Duygusal Bağ ve Anlam Arayışı
Markalar yalnızca bir logodan ibaret değildir. Onlar, insanlar için bir anlam taşıyıcı haline gelir. Örneğin, bir spor markası kişiye “özgüven ve güç” hissi verirken, bir kahve markası “aidiyet ve sosyallik” duygularını tetikleyebilir. Klinik psikoloji perspektifinden baktığımızda bu, kimliğin bir uzantısı olarak görülebilir. İnsanlar, markaları kullanarak kendi benliklerini ifade ederler.
Görünürlüğün Sağlıklı Sınırları
Her şeyde olduğu gibi görünürlükte de bir denge gerekir. Fazla görünür olmak, tüketicide “baskı” hissi yaratabilir. Klinik pratikte sıkça gördüğümüz bir olgu vardır: Aşırı uyarana maruz kalmak, bireyde kaygıyı artırır ve kaçınma davranışına yol açar. Dolayısıyla markalar, görünürlük stratejilerini nazik, samimi ve insan odaklı bir şekilde kurgulamalıdır.
Psikolojik Olarak Güçlü Bir Görünürlük İçin Öneriler
Tutarlılık: İnsan zihni tutarlılığı sever. Logo, renk, söylem ve değerlerde bütünlük güven yaratır.
Samimiyet: Yapmacıklı değil, gerçek duygulara hitap eden içerikler tüketiciyi daha çok bağlar.
Aidiyet Alanı Yaratmak: İnsan sosyal bir varlıktır; topluluk hissi veren markalar daha kolay görünür olur.
Değer Odaklı Yaklaşım: Sadece ürün değil, bir değer (örneğin sürdürülebilirlik, eşitlik, ruh sağlığına katkı) sunmak markanın görünürlüğünü kalıcı kılar.
Markaların görünürlüğü yalnızca pazarlama stratejisi değil, aynı zamanda bir psikolojik süreçtir. İnsan zihninde olumlu, güven veren ve anlamlı bir yer edinen markalar uzun vadede daha güçlü bağlar kurar. Görünür olmak, aslında “insana dokunmak” demektir.
Marka görünürlüğü, yalnızca reklamların sayıca fazla olması değil, bireyin zihninde kalıcı bir iz bırakabilmektir. Bir uzman klinik psikolog gözüyle bakıldığında, görünürlük pazarlamanın “dışsal” stratejileri ile insan zihninin “içsel” işleyişini buluşturan bir köprüdür.
Mere Exposure Effect (Alışıldık Etki) ve Tanıdıklık
Psikoloji literatüründe Zajonc’un (1968) çalışmaları, insanların yalnızca sık gördükleri uyaranlara karşı daha olumlu tutum geliştirdiğini göstermiştir. Bir markanın sürekli karşımıza çıkması —örneğin billboard’larda, sosyal medyada, sokaklarda— tüketicinin ona karşı güven duymasını kolaylaştırır.
Bu nedenle global markalar logolarını yalnızca ürün paketlerinde değil, sponsorluklardan sosyal sorumluluk projelerine kadar çok farklı alanlarda görünür kılar.
Halo Etkisi (Işık Halesi Etkisi)
Bir markanın tek bir özelliği olumlu algılandığında (örneğin çevre dostu oluşu), tüketici bu olumlu algıyı diğer alanlara da yayar. Nisbett ve Wilson’ın (1977) çalışmaları bu bilişsel yanlılığı açıkça ortaya koymuştur.
Örneğin Apple’ın tasarım konusundaki başarısı, kullanıcıların ürünün teknik sorunlarını bile daha kolay tolere etmesine neden olur.
Sosyal Kanıt ve Aidiyet
Cialdini’nin (1984) ikna ilkelerinden biri olan sosyal kanıt, insanların çoğunluğun tercihlerine uymaya eğilimli olduğunu söyler. İnsanlar, “başkaları bu markayı tercih ediyorsa doğru olmalı” diye düşünür.
Netflix’in “En Çok İzlenenler” bölümü ya da Instagram’da ürünlerin “binlerce kişi tarafından beğenilmesi” görünürlüğü psikolojik açıdan güçlendirir.
Kimlik ve Benlik Sunumu
Psikodinamik açıdan markalar, bireyin kimlik inşasında bir araçtır. Belirli markaları kullanmak, bireyin kendisini ifade etmesinin bir yoludur. Aaker’ın (1997) marka kişiliği çalışmaları, insanların markalara insan özellikleri atfettiğini ve bu özellikleri kendi benlik algılarıyla uyumluysa markaya daha bağlı kaldıklarını göstermiştir.
Harley Davidson kullanıcılarının motorla birlikte bir “yaşam tarzı” benimsemeleri ya da Lululemon’un yalnızca spor kıyafeti değil, bir “sağlıklı yaşam felsefesi” sunması bunun örneğidir.
Kıtlık İlkesi ve Görünürlüğün Psikodinamiği
Yine Cialdini’nin tanımladığı kıtlık ilkesi, erişilmesi zor olan şeylerin daha değerli algılanmasına neden olur. Markalar görünür olmanın yanında, belirli ürünlerde sınırlı sayıda üretim yaparak algısal değerlerini artırabilir.
Supreme’in sınırlı stoklu ürün lansmanları, markanın görünürlüğünü sadece “görünür olmakla” değil, aynı zamanda “ulaşılmaz olmakla” güçlendirir.
Duygusal Pazarlama ve Nöropsikolojik Etki
Reklamların en güçlü etkisi, duygusal beyin bölgelerini aktive etmesidir. Antonio Damasio’nun (1994) Somatik Belirteç Kuramı, kararlarımızda duyguların belirleyici rol oynadığını ortaya koymuştur.
Coca-Cola’nın mutluluk temalı reklamları veya Dove’un özgüven kampanyaları, tüketicilerin markayı yalnızca “ürün” olarak değil, “duygusal bir deneyim” olarak algılamalarını sağlar.
Markaların görünürlüğü, sadece “daha çok görünmek” değildir.
Tanıdıklık güven yaratır,
Olumlu algılar genellenir,
Sosyal kanıt ve aidiyet bağı güçlendirir,
Benlik ile marka uyumu sadakati artırır,
Duygusal bağlar ise kalıcılığı sağlar.
Görünürlük, pazarlamanın diliyle insan zihninin mekanizmalarını buluşturduğunda, markalar yalnızca piyasada değil, insanların kalbinde ve kimliğinde de kalıcı hale gelir.
Peki yeni bir marka kuracak olsan pazarlama alanında deneyimli bir psikolog olarak sana ne mi önerirdim? İlgili yazımdan okuyabilirsin
Türkiye’de genç yaşta intihar oranları, son yıllarda artış göstermiştir. Ancak kesin verilere dayanarak Türkiye genelindeki intihar oranını belirtmek zordur, çünkü bu veriler genellikle kamuoyuna açık olarak sunulmamaktadır ve bazen yanlış ya da eksik olarak kaydedilebilir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) gibi resmi kurumların verileri genellikle yıllık bazda sunulur, ancak bu veriler genellikle yaş, cinsiyet ve coğrafi bölge gibi farklı değişkenler üzerinden detaylandırılmaz.
En fazla intihar eden yaş grubu 20-24 yaş aralığındaki gençler. 2021’deki toplam 4 bin 158 intiharın 523’ünü 25-29 yaş aralığındaki gençler oluşturdu. Bunu 508 intiharla 20-24 yaş aralığı ve 448 intiharla 30-34 yaş aralığı takip etti. 25-29 yaş aralığında intihar edenlerin sayısı 2019’da 364 kişi iken 2020’de 442’ye, 2021’de ise 523’e çıkmış oldu. 2021 sonrası , 2022 2023 2024?
İstanbul’da Marmaray gibi yoğun kullanılan toplu ulaşım araçlarında intihar vakalarının sık yaşanmaya başlaması benim gibi bir çoğunuza nedenini düşündürmüştür; birkaç sebebi olabilir. Toplumsal baskılar, ekonomik sıkıntılar, işsizlik, aile problemleri gibi faktörler aklımıza ilk gelenlerdir. İntihar girişimleri depresyon, anksiyete, travma sonucu da ortaya çıkabilir.
İntihar girişimi riskini azaltmak için duygusal destek, profesyonel yardım ve toplumsal farkındalık önemli rol oynamaktadır. Bu konuda dikkatli ve özenli bir iletişim yaklaşımıyla gençlerin desteklenmesi gerekmektedir. İntihar düşüncesi olan bir gençle iletişim kurarken ne yapılmalı? Genç ile samimi bir iletişim kurun, duygularını gerçekten anlamaya çalışın. Onun yaşadığı zorlukları ve duygularını anlamaya çalışmanız, iletişimi güçlendirecektir. Bu iletişimde aktif dinleme önemlidir. Onun duygularını, düşüncelerini ve yaşadığı sıkıntıları dikkatlice dinleyin. İhtiyaç duyduğu konularda yönlendirme yapabilir ve profesyonel yardım almaya teşvik edebilirsiniz. Aranızda güvenilir bir iletişim ortamı oluşturarak konuşmalarınızın gizliliğini koruyun. Eğer ki genç birey size intihar düşüncelerine dair planlar paylaşır ise, mutlaka bir psikolog ve psikiyatrist ile görüşmesini teşvik edin. Profesyonel yardım almak, intihar girişimi riskini azaltmada önemli bir adımdır.
Türkiye’de intihar eden gençlerin başlıca nedenlerini bilirsek, çözüm de bulabiliriz.
Depresyon, anksiyete, bipolar bozukluk gibi ruh sağlığı sorunları gençlerde intihar riskini artırabilir. Bu tür sorunlar gençlerin yaşam kalitesini düşürebilir ve umutsuzluk hissi yaratabilir.
Aile içi çatışmalar, ailede yaşanan şiddet, ayrılık gibi durumlar gençlerde intihar riskini artırabilir. Aile desteği eksik olduğunda gençler kendilerini yalnız hissedebilirler.
Yoksulluk, işsizlik, ekonomik sıkıntılar gençlerde umutsuzluk ve intihar düşünceleri yaratabilir.
Yoğun akademik baskılar, başarı beklentileri, işsizlik, iş yerindeki stres gibi faktörler de intihar riskini artırabilir. Gençler bu tür baskılar altında kendilerini değersiz hissedebilirler.
Uyuşturucu ve alkol gibi madde kullanımı, gençlerin kontrolsüz davranışlar sergilemelerine ve intihar riskini artırmalarına neden olabilir.
Teknoloji kullanımıyla birlikte fiziksel olarak bir arada olunsa bile gençler arasında sosyal izolasyon ve yalnızlık artmış durumda. Bu da intihar riskini artırabilir.
LGBT+ gençlerde aile ve toplumdan kabul görmeme, ayrımcılık ve dışlanma gibi sorunlar intihar riskini artırabilir.
Gençler için hayatı kolaylaştırmak için birçok farklı alan üzerinde çalışma yapılmalı;
Gençlerin eğitime erişimlerini artırmak ve kariyer olanakları sunmak önemlidir. Eğitimde fırsat eşitliği sağlanmalı, mesleki rehberlik hizmetleri ve staj imkanları sunulmalıdır.
Gençlere psikolojik destek ve danışmanlık hizmetleri sunarak ruh sağlıklarını korumak önemlidir. Okullarda ve toplumda mental sağlık konularında farkındalık yaratılmalıdır.
Gençlerin sosyal çevrelerde aktif olmaları teşvik edilmeli, sosyal etkinlikler düzenlenmeli ve toplumsal dayanışma sağlanmalıdır.
Gençlerin dijital becerilerini geliştirmeleri ve bilgiye erişimlerini kolaylaştırmak için teknolojik altyapılar güçlendirilmeli, dijital okuryazarlık eğitimleri verilmelidir.
Gençlerin iş bulma ve girişimcilik fırsatlarına erişimlerini artırmak için destekleyici politikalar ve programlar oluşturulmalıdır.
Gençlerin sağlık hizmetlerine erişimlerini kolaylaştırmak ve sağlıklı yaşam biçimleri konusunda bilinçlenmelerini sağlamak önemlidir.
Gençler arasında cinsiyet, etnik köken, sosyoekonomik statü gibi farklılıkların neden olduğu ayrımcılığın önlenmesi ve eşitlikçi politikaların desteklenmesi gereklidir.
Gençlere çatışma çözme becerileri kazandırılmalı ve empati güçlendirilmelidir. Bu sayede gençlerin sorunlarıyla başa çıkma yetenekleri artar ve toplumsal uyum sağlanabilir.
Tüm bunlar, gençlerin potansiyellerini gerçekleştirmelerini ve daha sağlıklı bir yaşam sürmelerini destekleyecektir.
Gençlerin güvenli alanlara ihtiyacı var
Fiziksel Güvenlik: Bu, sokaklarda, okullarda, parklarda ve diğer toplumsal alanlarda güvenliği sağlamakla ilgilidir. Aydınlatma, güvenlik kameraları, güvenlik personeli gibi önlemler alınarak gençlerin fiziksel güvenliği korunabilir.
Duygusal Destek: Güvenli alanlar gençlerin duygusal ihtiyaçlarına da yanıt verebilmelidir. Bu alanlarda gençlerin duygularını ifade edebilecekleri, anlaşıldıklarını hissedebilecekleri ve destek alabilecekleri ortamlar sağlanmalıdır. Okullarda danışmanlık hizmetleri, gençlik merkezleri gibi yerler duygusal destek sağlamak için önemlidir.
Eğitim ve Kariyer Olanakları: Gençlerin geleceklerini planlamalarına ve kendilerini geliştirmelerine yardımcı olacak eğitim ve kariyer olanakları da güvenli alanların bir parçasıdır. Nitelikli eğitim imkanları, staj olanakları, mentorluk programları gibi uygulamalar gençlerin güvenli bir gelecek için adım atmalarına yardımcı olabilir.
Toplumsal Katılım ve İfade Özgürlüğü: Gençlerin toplumsal yaşama katılımını teşvik etmek ve farklı düşünceleri ifade edebilecekleri özgür alanlar yaratmak da önemlidir. Gençlik merkezleri, gençlik dernekleri gibi yerlerde gençlerin kendilerini ifade etmeleri ve topluma katkıda bulunmaları teşvik edilmelidir.
Bu alanlar gençlerin gelişimini desteklerken, aynı zamanda toplumun geleceğini şekillendirir ve daha sağlıklı bir toplum oluşturulmasına katkı sağlar.
Sağlıklı aile içi iletişim, gençleri kurtarabilir!
Sağlıklı iletişim, bireyler arasında anlayış, saygı, açıklık ve empati temelinde kurulan iletişimdir; aile üyelerinin duygularını ifade etmelerini, ihtiyaçlarını açıkça belirtmelerini ve karşılıklı olarak birbirlerini dinlemelerini sağlar.
Aile üyeleri arasında iletişimde açıklık ve dürüstlük önemlidir. Duyguların ifade edilmesi, düşüncelerin paylaşılması ve sorunların açık bir şekilde konuşulması sağlıklı iletişimi destekler.
Aile üyeleri birbirlerinin duygularını anlamaya ve empati göstermeye çalışmalıdır. Empati, iletişimde karşılıklı anlayışı ve saygıyı artırır.
İyi bir iletişim için dinleme becerileri oldukça önemlidir. Aile üyeleri birbirlerini dikkatlice dinlemeli, söylenenleri anlamaya çalışmalı ve gerektiğinde geri bildirimde bulunmalıdır.
Eleştiri ve tartışmalar kaçınılmaz olabilir ancak bu süreçlerin yapıcı bir şekilde yönetilmesi gerekir. Eleştiri yapılırken olumlu geri bildirim verilmeli, tartışmalar ise saygılı bir şekilde yürütülmelidir.
Aile içi iletişimde hataların kabul edilmesi, özürleşme ve affetme süreçleri sağlıklı ilişkilerin temelini oluşturur. Bu süreçler sayesinde ilişkiler onarılarak güçlenir.
Aile üyeleri birlikte zaman geçirerek ilişkilerini güçlendirebilirler. Ortak ilgi alanlarına yönelik aktiviteler yapmak, iletişimi destekleyen bir etkidir.
Sağlıklı aile içi iletişimi desteklemek için aşağıdaki adımlar da önemlidir:
– Aile içi iletişim eğitimleri düzenlemek ve iletişim becerilerini geliştirmeye yönelik programlar sunmak.
– Aile içi ilişkileri güçlendirmek ve aile bireyleri arasındaki bağları artırmak için aile terapisi veya danışmanlık hizmetlerinden faydalanmak.
– Olumlu davranışları desteklemek, olumsuz davranışları ise yapıcı bir şekilde ele almak.
– Aile içinde iletişimi teşvik eden ve destekleyen bir ortam oluşturmak, her bireyin kendini ifade etmesine olanak sağlamak.
Sağlıklı aile içi iletişim, aile üyelerinin mutluluğunu ve sağlığını olumlu yönde etkilerken, aynı zamanda çatışma ve stresi azaltır, duygusal bağları güçlendirir ve bireylerin kişisel gelişimini destekler.
Bilişsel çarpıtmalar, düşünce süreçlerindeki hatalar veya yanılgılar olarak tanımlanabilir. Özellikle çocukken ebeveynlerinin duygularını yüzlerinden veya vücut dillerinden okuma çabası gösteren bir çocuğun yetişkinlikte bu çarpıtmalara sahip olma olasılığı yüksektir.
Genelleme (All-or-Nothing Thinking) Bir kişi iş yerinde bir hata yaparsa, “Her zaman hatalı şeyler yaparım” şeklinde genelleme yapabilir. Kişi tek bir durumu kendi tüm kimliğiyle ilişkilendirir.
Siyah-Beyaz Düşünce (Polarized Thinking) Bir çocuk, öğretmenin bir konudaki performansını eleştirdiğinde, “Öğretmen beni sevmiyor” diye düşünebilir. Burada, düşünce siyah-beyaz bir perspektife indirgenmiştir.
Filtreleme (Filtering) Bir iş toplantısında alınan olumlu geri bildirimleri görmezden gelip, sadece bir eleştiriyi odaklanmak. Bu durumda, kişi olumlu unsurları filtreleyerek negatif bir perspektife odaklanır.
Kişiselleştirme (Personalization) Bir grup insan arasındaki olumsuz bir olayın sorumlusu olarak kendini görmek. Örneğin, bir iş yerindeki başarısız bir projede kişi, başarısızlığı tamamen kendi üzerine alabilir.
Abartma veya Küçültme (Catastrophizing veya Minimizing) Bir çocuk bir sınavda düşük bir not aldığında, “Hayatım mahvoldu, hiçbir şeyi başaramam” şeklinde abartma yapabilir veya üniversite sınavı gibi bir sınavda “Bu sadece bir deneme, önemli değil” diyerek durumu küçümseyebilir.
Etiketleme (Labeling) Kendisine bir konuda başarısız olduğunu etiketleyen bir birey, “Ben bir aptalım” diyebilir. Bu durumda, birey kendini sadece bu olumsuz özellikle tanımlar.
Mantık Dışı Çıkarsama (Jumping to Conclusions) Bir arkadaşının soğuk davranması üzerine hemen olumsuz bir sonuca varmak, örneğin, “Arkadaşlarım beni sevmiyor, yalnızım” gibi bir çıkarsama yapmak.
Bilişsel çarpıtmalar, düşünce süreçlerindeki bu tür hatalar nedeniyle bireyin gerçekleri yanlış bir şekilde algılamasına ve bu yanılgılar üzerinden duygusal tepkiler vermesine neden olabilir. Bu çarpıtmaların farkında olmak, bireyin daha sağlıklı düşünce modelleri geliştirmesine yardımcı olabilir.
Ara inançlar ve ana inançlar,bilişsel davranışçı terapi (BDT) kapsamında kullanılan terimlerdir. Bu kavramlar, bireylerin düşünce süreçlerini anlamak ve olumsuz duygusal tepkileri değiştirmek için kullanılan araçlardır.
Ana İnanç (Core Beliefs) Ana inançlar, bireyin genel dünya görüşünü ve kendisine dair temel inançlarını temsil eder. Bu inançlar genellikle çocukluk döneminde oluşur ve bireyin yaşamını şekillendirir. Örneğin, “Ben sevilmeye değerim” veya “Başarılı olmalıyım” gibi genel inançlar bir kişinin ana inançlarını oluşturabilir.
Ara İnanç (Intermediate Beliefs) Ara inançlar, ana inançları destekleyen veya zayıflatan, daha spesifik ve günlük düşüncelerdir. Bu inançlar genellikle olaylara yönelik öznel yorumları içerir. Örneğin, “Eğer herkes beni sevmezse, değersizim” şeklindeki bir ara inanç, ana inanç olan “Ben sevilmeye değerim”i destekleyebilir veya zayıflatabilir.
BDT, bu ara ve ana inançları ele alarak bireyin duygusal tepkilerini anlamaya ve olumlu bir değişim sağlamaya odaklanır. Terapist, bireyin zihnindeki olumsuz düşünceleri tanımlamasına ve bu düşüncelerin ardındaki temel inançları anlamasına yardımcı olur.
Ana İnanç: “Başkalarının beğenisi benim değerimi belirler.” Ara İnanç: “Eğer bu projede başarısız olursam, kimse beni takdir etmez.”
Bu örnekte, ana inanç “Başkalarının beğenisi benim değerimi belirler” ve ara inanç, bu genel inanç üzerinden spesifik bir olaya bağlı olarak oluşmuştur. BDT, bu tür inançları fark etmeyi, sorgulamayı ve olumlu alternatif inançlar geliştirmeyi amaçlar.
Bu düşünce kalıplarını sorgulayarak, kendine karşı daha kucaklayıcı bir bakış açısı geliştirebilirsin. Ayrıca, bu konuda daha fazla konuşabilir ve belki de bu inançları değiştirmek için birlikte çalışabiliriz.
Günümüzde, mental sağlığımızı korumak ve geliştirmek amacıyla birçok terapi ve danışmanlık seçeneği bulunmaktadır. Ancak, seçenekler arasından doğru psikoloğu – doğru terapisti seçmek, etkili ve sağlıklı bir terapi deneyimi yaşamak için oldukça önemlidir.
Lisanslı ve Yetkilendirilmiş Profesyonellere Güvenin Sağlıklı bir terapi süreci için ilk adım, lisanslı ve yetkilendirilmiş terapistlere güvenmektir. Uygun eğitim ve deneyime sahip olan bu profesyoneller, etik standartlara uyan bir terapi sunma yükümlülüğündedir.
Referanslar ve İncelemeleri Değerlendirin Terapistinizin referanslarına ve daha önceki danışanlarının geri bildirimlerine göz atın. Gerçek deneyimler, terapistin uzmanlığı ve uygulama biçimi hakkında size önemli bilgiler verebilir.
Bilimsel Temellere Dayanan Yaklaşımları Araştırın Sağlıklı terapötik yaklaşımlar genellikle bilimsel temellere dayanır. Terapistinizin kullanacağı yöntemleri anlamak ve bu yöntemlerin bilimsel geçerliliğini araştırmak, daha etkili bir terapi süreci geçirmenize yardımcı olabilir.
Açık İletişim ve Şeffaflık İyi bir terapist, açık iletişime ve şeffaflığa önem verir. Terapistinizle beklentileriniz, hedefleriniz ve terapi süreciyle ilgili herhangi bir konuda rahatça iletişim kurabilmelisiniz.
İlk Görüşme Önemlidir Terapistinizi seçmeden önce bir ön görüşme ayarlayın. Bu görüşme, terapistinizin yaklaşımını anlamanız ve kendinizle uyumlu olup olmadığınızı değerlendirmeniz için fırsat sağlar.
Sürekli Eğitim ve Güncel Bilgi İyi bir terapist, alanındaki gelişmeleri takip eder ve sürekli eğitim alır. Bu, terapistinizin bilgi ve becerilerini güncel tutmasına yardımcı olur.
Gizliliğe Saygı Sağlıklı terapötik ilişkiler, danışanın gizliliğine saygı gösterir. Terapistinizin bu konuda profesyonel bir tutum sergilediğinden emin olun.
Sağlıklı bir terapi süreci, doğru terapisti seçmekle başlar. Bu noktalara dikkat ederek, dolandırıcı terapilere karşı korunabilir ve gerçek bir destek bulabilirsiniz. Kendi sağlığınızı önemseyin ve terapi sürecinizde kararları verirken bilinçli bir şekilde hareket edin.
Kendine şefkat ve kendini kabul etme, psikolojik ve duygusal iyi olmanın temel taşlarından biridir. Ancak, bu kavramlar sık sık hafife alınır veya göz ardı edilir. Kendine şefkat ve kendini kabul etme eksikliği, bir kişinin günlük hayatında çeşitli belirtilerle kendini gösterebilir.
Kendini kabul etme eksikliği olan kişiler, kendilerini sık sık eleştirirler. Her hata veya eksiklik, içsel eleştiriye yol açar ve bu durum öz saygıyı düşürebilir. Kendini kabul etmekte zorlananlar, mükemmel olma baskısı altında yaşarlar. Her şeyin kusursuz olması gerektiğini düşünürler ve bu nedenle sürekli bir stres ve endişe yaşarlar. Kendini kabul etmeyen kişiler, kendilerini değersiz hissederler. Bu düşük öz saygı, ilişkilerde ve iş hayatında sorunlara yol açabilir. Kendini kabul etme eksikliği, içsel stres ve anksiyetenin artmasına neden olabilir. Bu kişiler, sürekli olarak kendilerini ve davranışlarını sorgularlar, bu da kaygı ve stres düzeylerini artırır. Başkalarıyla olan ilişkilerde zorlanabilirler. Kendilerini yetersiz hissettikleri için sosyal etkileşimden kaçınabilirler.
Kendine şefkat, kendinize nazik, anlayışlı ve sevgi dolu bir tutumla yaklaşma yeteneğidir. Kendine şefkatli olmak, olumsuz duygusal deneyimlerinizi değerlendirme ve kabul etme becerisini içerir. Kendinize acıdığınızda veya hata yaptığınızda kendinizi eleştirmek yerine anlayışlı ve sabırlı bir şekilde kendinizle ilgilenmek anlamına gelir. Kendine şefkatli olmak, stresi azaltabilir, özsaygıyı artırabilir ve genel yaşam memnuniyetini artırabilir.
Kendini kabul etmek, kendinizi olduğunuz gibi kabul etme ve kendinize değer verme sürecidir. Bu, mükemmel olma veya başkaları gibi olma baskısından kurtulmayı içerir. Kendini kabul etmek, özsaygıyı ve özsaygıyı artırabilir, ilişkilerde daha sağlam temeller oluşturabilir ve duygusal refahı artırabilir.
Kendine Şefkat ve Kendini Kabul Etmenin Faydaları
Kendini kabul eden kişiler, daha yüksek öz saygı ve özgüvene sahiptirler. Bu da daha iyi duygusal refah anlamına gelir. Kendine şefkat ve kendini kabul etmek, yaşamın zorluklarına karşı daha dirençli olmanıza yardımcı olabilir. Stresle başa çıkma becerilerinizi geliştirebilir ve duygusal dengeyi korumanıza yardımcı olabilir. Kendini kabul eden bir kişi, daha sağlam ilişkiler kurma yeteneğine sahiptir. Diğer insanlara daha açık, anlayışlı ve sevgi dolu bir şekilde yaklaşabilirler. Kendinizi kabul etmek, sağlıklı ve tatmin edici ilişkiler kurmanıza yardımcı olabilir çünkü siz kendinize değer veriyorsanız, başkalarının da sizi değerli bulma olasılığı daha yüksektir. Kendine şefkatli olmak, stres düzeylerini azaltabilir. Hataları ve zorlukları kabul ederek, stresin olumsuz etkilerini en aza indirebilirler. Kendini kabul eden bir kişi, kendine daha fazla güvenir ve daha iyi kararlar alabilir. Kendi değerini kabul etmek, daha iyi hedefler belirleme ve bunlara ulaşma konusunda motivasyon sağlar. Kendini kabul edenler, kendilerine daha iyi bakma eğilimindedirler. Daha sağlıklı bir yaşam tarzı benimseyebilirler, çünkü kendilerine değer verdikleri için sağlıklarını koruma konusunda daha istekli olurlar.
Nasıl Geliştirilir? Duygusal tepkilerinizi ve kendinize karşı nasıl davrandığınızı dikkatlice gözlemleyin. Kendinize ne zaman eleştirel olduğunuzu veya kendinizi değersiz hissettiğinizi belirleyin. Hatalarınızı ve eksikliklerinizi kabul edin. Herkes hata yapar ve mükemmel olmak zorunda değilsiniz. Kendinize fiziksel ve duygusal olarak iyi bakın. Sağlıklı beslenme, düzenli egzersiz ve yeterli uyku önemlidir. Kendinize pozitif ve destekleyici bir şekilde konuşun. Olumsuz düşünceleri fark edin ve bunları olumlu ifadelerle değiştirin.
Kendine şefkat ve kendini kabul etme, duygusal sağlığınızı ve yaşam kalitenizi olumlu bir şekilde etkileyebilecek güçlü araçlardır. Kendinize nazik ve sevgi dolu bir şekilde yaklaşarak, daha mutlu, sağlıklı ve tatmin edici bir yaşam sürdürebilirsiniz. Bu süreç, kendinizi keşfetme ve kişisel büyüme yolculuğunuzun önemli bir parçasıdır.
Kendi kendinize şefkat ve kendinizi kabul etme konusunda zorlanıyorsanız, uzman bir psikologdan yardım alabilirsiniz.
Jean Piaget, İsviçreli bir psikolog ve bilişsel gelişim alanının öncülerinden biridir. Piaget, çocukların zihinsel gelişimini anlamak ve açıklamak amacıyla kapsamlı bir araştırma programı yürütmüştür. Çocukların dünya hakkındaki anlayışlarının yaşa ve deneyime bağlı olarak nasıl değiştiğini açıklar. Onun çalışmaları, bilişsel gelişimin dört temel evresini tanımlayan ünlü “Bilişsel Gelişim Kuramı”nı oluşturmuştur.
Duyusal-Motor Evre (0-2 yaş): Bu evre, doğumdan itibaren başlar ve yaklaşık 2 yaşına kadar sürer. Bu dönemde çocuklar dünya ile temas kurar ve çevrelerini duyuları ve motor becerileri aracılığıyla keşfederler. Nesneleri tanıma, nesneleri elde etme ve manipüle etme yetenekleri bu evrede gelişir. Ayrıca bu dönemde nesnelerin sürekliliği ve durağanlığı gibi temel kavramlar gelişir.
İşlem Öncesi Evre (2-7 yaş): Bu evre, yaklaşık 2 ila 7 yaşları arasında devam eder. Çocuklar bu dönemde sembollerle çalışmaya başlarlar ve düşünce yetenekleri gelişir. Ancak bu düşünce, somut ve elle tutulabilir nesnelerle sınırlıdır. Mantıksal düşünce ve soyut kavramları anlama bu evrede tam olarak gelişmemiştir.
Somut İşlem Evresi (7-11 yaş): Somut işlem evresi, yaklaşık 7 ila 11 yaşları arasında sürer. Bu dönemde çocuklar somut nesneler ve olaylar üzerinde mantıksal düşünme becerilerini geliştirirler. Toplama, çıkartma, sınıflandırma ve ölçme gibi somut işlemleri yapabilirler. Ancak soyut kavramları ve hipotetik düşünceyi henüz tam olarak anlayamazlar.
Formel İşlem Evresi (12 yaş ve sonrası): Formel işlem evresi, yaklaşık 12 yaşından itibaren başlar ve yetişkinlik dönemine kadar devam eder. Bu evrede bireyler soyut düşünme, hipotetik düşünme ve mantıksal düşünme becerilerini geliştirirler. Soyut kavramları anlamak, hipotezler üretmek ve karmaşık mantıksal sorunları çözmek bu dönemin özelliklerindendir.
Jean Piaget’nin bilişsel gelişim kuramı, ebeveynlere çocukların zihinsel gelişimini anlama ve destekleme konusunda rehberlik sağlar. Piaget, çocukların zihinsel gelişiminin evrelerle ilerlediğini ve her evrede farklı düşünme yeteneklerine sahip olduklarını vurgular. Ebeveynler olarak, çocuğunuzun yaşına ve bilişsel evresine uygun bir şekilde iletişim kurmak ve onun gelişimini desteklemek önemlidir.
Çocuğunuzu Gözlemleyin: Çocuğunuzun davranışlarını ve düşünce süreçlerini gözlemleyin. Bu, onun hangi evrede olduğunu ve ne tür destek veya yönlendirmeye ihtiyaç duyabileceğini anlamanıza yardımcı olur.
Çocuğunuzun Somut Düşünme Evresini Anlayın: Çocuklar somut düşünme evresindeyken, somut nesneler ve olaylarla daha iyi başa çıkarlar. Onların soyut düşünme yetenekleri gelişmemiş olabilir, bu nedenle somut örnekler ve deneyimlerle öğrenmelerine yardımcı olun.
Soru Sormaya Teşvik Edin: Çocuğunuzun düşünme becerilerini geliştirmesine yardımcı olmak için ona sorular sormayı teşvik edin. Kendi fikirlerini ifade etmesi ve sorunları çözmesi için fırsatlar yaratın.
Sabırlı Olun: Piaget’nin kuramı, çocukların bilişsel gelişiminin yaşa bağlı olarak ilerlediğini gösterir. Bu nedenle, çocuğunuzun kavramlarını anlaması ve geliştirmesi için zamana ihtiyacı olduğunu unutmayın. Sabırlı olun ve onun hızına saygı gösterin.
Oyun ve Keşif İmkanları Sunun: Oyun, çocuklar için öğrenmenin temel bir yoludur. Onlara farklı materyallerle oynamaları için fırsatlar sunun ve keşfetmelerine izin verin. Bu, somut düşünme becerilerini geliştirmelerine yardımcı olur.
Bağımsızlık ve Kendilik İnşası İçin Destekleyin: Piaget’nin kuramı, çocukların kendi kimliklerini inşa etme sürecini vurgular. Bu süreci desteklemek için çocuğunuza kendi kararlarını verme fırsatları verin ve bağımsızlık kazanmasına yardımcı olun.
Jean Piaget’nin bilişsel gelişim kuramı, ebeveynlere çocuklarının zihinsel gelişimini daha iyi anlama ve onların potansiyelini en üst düzeye çıkarmak için nasıl yardımcı olabileceklerini anlatır. Bu yaklaşım, çocukların öğrenme ve düşünme süreçlerini daha iyi anlamamıza ve onları daha etkili bir şekilde desteklememize yardımcı olur.
Kimlik gelişimi, bireylerin yaşamları boyunca kendilerini tanımlama, anlama ve kimliklerini oluşturma sürecini ifade eder. Bu kavram, psikoloji, sosyoloji ve gelişimsel bilimler gibi disiplinlerde incelenir ve bireyin kimlik oluşturma süreci karmaşık ve çok boyutludur. Kimlik gelişimi, bireylerin yaşamları boyunca sürekli bir süreçtir ve yaşamın farklı aşamalarında farklı şekillerde deneyimlenir. Bu süreç, bireyin kişisel değerleri, inançları, ilişkileri ve toplumsal rolleri anlama ve uyum sağlama yeteneğini yansıtır.
Kimlik gelişimi, bir bireyin kendisi hakkında bir kavrayış oluşturma ve bu kavrayışı zaman içinde geliştirme sürecini içerir. Bu kavrayış, bireyin kendisinin kim olduğu, neyi önemsediği, hangi değerlere sahip olduğu ve kendisini nasıl bir rolde gördüğü gibi faktörleri içerir. Kimlik gelişimi sürecinde, özellikle ergenlik döneminde, bireyler sık sık bir “kimlik krizi” deneyimlerler. Bu kriz, kim oldukları ve nereye ait oldukları konularında belirsizlik ve kararsızlık anlarını ifade eder. Bu dönemde bireyler, toplumun beklentileri, aile etkileri, arkadaş çevresi ve kişisel deneyimler gibi birçok faktörü göz önünde bulundurarak kimliklerini oluşturmaya çalışırlar.
Kimlik gelişimi, bireyin yaşadığı toplumun ve kültürün etkisi altında şekillenir. Toplumsal cinsiyet, etnik köken, din, dil ve sosyal sınıf gibi faktörler, bireylerin kimliklerini oluştururken önemli bir rol oynar. Bu nedenle, kimlik gelişimi, bireyin kendi deneyimlerinin yanı sıra sosyal ve kültürel etkileri de içerir.
Erik Erikson, kimlik gelişimi üzerine odaklanan en tanınmış teorilerden birini geliştirmiştir. Ona göre, kimlik gelişimi ömrün farklı aşamalarında devam eder, ancak ergenlik dönemi bu sürecin zirvesidir. Erikson, ergenlerin kimliklerini tanımlama ve bulma sürecinde bir “kimlik krizi” yaşadıklarını belirtir. Bu kriz, kişinin kim olduğu ve nereye ait olduğu konularında belirsizlik yaşadığı dönemdir. Kimlik krizini başarıyla aşmak, sağlıklı bir kimlik gelişimini simgeler.
Kimlik gelişimi sürecinde, bireyler farklı kimlik statülerinde bulunabilirler. Bu, bireylerin kimliklerini nasıl tanımladıkları ve geliştirdikleri konusunda farklılıklar yaşadıklarını gösterir. James Marcia, Erikson’un kimlik krizi teorisini geliştirerek kimlik statüleri kavramını tanıttı. Marcia’ya göre, kimlik statüleri dört kategoriye ayrılır. Araştırmaları, bireylerin bu farklı statülerde kimliklerini tanımladıklarını ve geliştirdiklerini göstermiştir.
Lawrence Kohlberg, kimlik gelişimini ahlaki gelişimle ilişkilendiren çalışmalar yapmıştır. Ona göre, ahlaki düşünce yetenekleri kimlik gelişimi ile bağlantılıdır. Kohlberg, bireylerin kimliklerini tanımlarken ahlaki düşünce kapasitelerini kullanabileceklerini öne sürmüştür.
Hazen ve Shaver, romantik ilişkilerin kimlik gelişiminde önemli bir rol oynadığına dair çalışmalar yapmışlardır. Bağlanma teorisi, bireylerin çocukluktan itibaren geliştirdikleri bağlanma stillerinin, yetişkinlikteki romantik ilişkiler ve kimlik gelişimi üzerinde etkili olduğunu öne sürer.
Kimlik gelişimi konusundaki araştırmalar, bireylerin kimliklerini bulma ve tanımlama sürecini daha iyi anlamamıza yardımcı olmuş, ancak, bireysel farklılıkları ve kültürel etkileri de göz önünde bulundurarak daha kapsamlı bakılması gerekmektedir.
Ergenlik dönemi ve genç yetişkinlik, bireylerin hayatlarının önemli ve karmaşık aşamalarından ikisidir. Bu dönemlerde bireyler, fiziksel, duygusal ve sosyal açıdan büyük değişimler yaşarlar.
Erik Erikson, kimlik gelişimi üzerine odaklanan bir teori geliştirmiştir. Ona göre, ergenlik döneminde gençler kimliklerini keşfetme ve tanımlama sürecinde bir “kimlik krizi” yaşarlar. Bu kriz, kim oldukları ve nereye ait oldukları konusundaki belirsizlikleri ifade eder. Gençler bu krizi başarıyla aşarlarsa sağlıklı bir kimlik geliştirirler.
Jean Piaget, bilişsel gelişim üzerine çalışmış ve ergenlik dönemini “formel işlem dönemi” olarak tanımlamıştır. Bu dönemde gençler soyut düşünme yetenekleri geliştirirler ve karmaşık problem çözme becerileri kazanırlar.
Lawrence Kohlberg, ahlaki gelişimi inceleyen bir teori geliştirmiştir. Ona göre, gençler ahlaki değerleri ve prensipleri anlama ve içselleştirme sürecinde bulunurlar. Ergenlik döneminde, bireyler ahlaki konularda daha soyut ve karmaşık düşünmeye başlarlar.
Eleanor Ostrom, sosyal psikolog olarak genç yetişkinlik dönemini bağımsızlık ve sorumluluk dönemi olarak tanımlamıştır. Genç yetişkinler bu dönemde kendi kendilerine bakma, finansal kararlar alma ve bağımsız bir yaşam sürme becerilerini geliştirirler.
Jeffrey Arnett, “Yeni Yetişkinlik” adını verdiği bir dönem tanımlamıştır. Bu dönem, ergenlikten tam yetişkinliğe geçiş sürecini ifade eder. Arnett’e göre, genç yetişkinler bu dönemde kimliklerini bulma, bağımsızlık kazanma ve kariyerlerini inşa etme çabası içindedirler.
Ergenlik Dönemi Ergenlik, 12 ila 18 yaş arasındaki dönemi kapsar, ancak değişkenlik gösterebilmekte ve günümüzde bu yaş aralığının daha geniş olduğu düşünülmektedir. Bireyin çocukluktan yetişkinliğe geçiş sürecini işaret eder.
Ergenlik dönemindeki bireylerin karşılaştığı başlıca sorunlar şunlar olabilir:
Bedensel Değişiklikler: Ergenlik, hızlı bedensel büyüme ve cinsel olgunlaşma ile karakterizedir. Bu dönemde vücutları hızla değişirken, bu değişikliklerle başa çıkmak gençler için zorlayıcı olabilir. Vücut imajı sorunları, obezite veya yeme bozuklukları bu dönemde sıkça görülebilir.
Kimlik Arayışı: Ergenler kimliklerini bulmaya çalışırlar. Kimlik arayışı sırasında, kim oldukları ve nereye ait oldukları konusunda sorular sorarlar. Bu süreç, kişilik gelişiminde önemli bir adımdır ancak bu belirsizlik bazen anksiyete ve depresyon bulgularına yol açabilir.
Sosyal İlişkiler: Arkadaşlık ilişkileri ergenlikte büyük bir rol oynar. Ergenler, arkadaşları ile bağlantı kurma, uyum sağlama ve sosyal becerileri geliştirme konularında baskı altındadır. Zorbalık, arkadaşlık krizleri ve yalnızlık bu dönem sıkça görülebilir.
Eğitim ve Gelecek Planları: Ergenler, gelecekleri hakkında kararlar vermeye başlarlar. Okul seçimi, meslek seçimi ve gelecekteki hedefleri belirleme konularında stres yaşayabilirler.
Genç Yetişkinlik Genç yetişkinlik, ergenlik sonrası 18 ila 25 yaş arasındaki dönemi ifade eder, bazı kaynaklar genç yetişkinliği daha uzun bir aralık olarak da ele alabilmektedir
Genç yetişkinlik dönemindeki başlıca sorunlar şunlar olabilir:
Bağımsızlık ve Sorumluluk: Genç yetişkinler, ailelerinden ayrılarak bağımsız bir yaşam sürmeye karar verebilirler. Bu yeni sorumluluklar, mali zorluklar, iş bulma ve ev sahibi olma gibi konuları içerebilir.
Kariyer Baskısı: Genç yetişkinlikte, meslek seçimi ve kariyer hedefleri önemlidir. İş bulma süreci, rekabet ve iş değiştirme kararları stres yaratabilir.
İlişkiler ve Evlilik: Genç yetişkinler romantik ilişkiler ve evlilikle ilgili kararlar vermeye başlarlar. İlişki sorunları, boşanma ve çocuk sahibi olma konuları bu dönemde karşılaşılan zorluklardan bazılarıdır.
Ruhsal Sağlık Sorunları: Genç yetişkinlikte depresyon, anksiyete ve bağımlılık gibi ruhsal sağlık sorunları artabilir. Bu dönemde ruhsal sağlık hizmetlerine erişim ve destek önemlidir.
Nasıl Yardımcı Olunabilir? Aileler, gençlerle açık iletişim kurmalı ve duygusal destek sağlamalıdır. Ergenlerin duygularını ifade etmelerine izin vermek önemlidir. Gençler, bu dönemde karşılaşabilecekleri sorunlar hakkında bilgilendirilmelidir. Eğitim ve farkındalık, olası sorunların önlenmesine yardımcı olabilir. Ciddi sorunlarla başa çıkmak için profesyonel yardım almak önemlidir. Psikoterapi ve danışmanlık, duygusal sorunların yönetilmesine yardımcı olabilir.
Ergenlik dönemi ve genç yetişkinlik, hayatın karmaşık ve zorlu aşamalarıdır. Bu dönemlerde karşılaşılan sorunları anlamak ve uygun destek sağlamak, gençlerin sağlıklı bir şekilde gelişmelerine yardımcı olabilir. Aileler, eğitimciler ve toplum olarak, gençlerin bu dönemleri sağlıklı bir birey olarak geçirmelerine destek olmalıyız. Takıldıkları yerlerde bize sorabilirler 🙂
Ebeveynler, çocukların hayatında eşsiz ve kritik bir rol oynarlar. Bu rol, çocukların kişilik gelişiminden değerlerine, becerilerinden duygusal sağlıklarına kadar birçok farklı alanı içerir.
Koruma ve Güvence Sağlama: Ebeveynler, çocuklarının fiziksel ve duygusal güvenliğini sağlama sorumluluğuna sahiptir. Bu, çocukların dünyayı keşfederken kendilerini güvende hissetmelerini sağlar.
Eğitim: Ebeveynler, çocuklara temel becerileri öğretmek ve yaşamları boyunca öğrenmelerini desteklemekle yükümlüdür. Bu, çocukların okul başarısı ve ileriki yaşamlarındaki başarıları için temel oluşturur.
Duygusal Destek: Ebeveynler, çocukların duygusal ihtiyaçlarını anlamak ve onları duygusal olarak desteklemekle sorumludur. Çocuklar, ailelerinden sevgi ve kabul gördüklerinde daha sağlıklı duygusal ilişkilere sahip olurlar.
Değerler ve İnançlar: Ebeveynler, çocuklarına ahlaki değerleri, inançları ve davranışları öğretirler. Bu, çocukların toplumlarına olumlu katkı sağlamalarına yardımcı olur.
Bu kadar alanda birlikteyken, ebeveynler ve çocuklar arasındaki çatışmalar kaçınılmazdır. Ancak bu çatışmalar, sağlıklı bir şekilde çözülebilir.
Ebeveynler ve çocuklar arasında açık ve dürüst iletişim kurmak çok önemlidir. Birbirlerini dinlemek, duygularını ifade etmek ve anlamaya çalışmak, çatışmaları çözme sürecini kolaylaştırır.
Ebeveynler, çocukların duygusal perspektifini anlamaya çalışmalıdır. Empati, çocukların duygusal ihtiyaçlarını daha iyi karşılamak için kullanılabilir.
Çatışma anlarında öfkeli veya stresli tepkiler vermek yerine sakin kalmak önemlidir. Kontrollü bir şekilde davranmak, daha yapıcı bir çözüm bulma sürecine yardımcı olabilir.
Ebeveynler ve çocuklar arasındaki çatışmaların çözümü için işbirliği yapılmalıdır. Ortak bir çözüm bulma çabaları, her iki tarafın da memnun olacağı sonuçlara yol açabilir.
Ebeveynlerin Terapi Sürecindeki Rolü (18 Yaş Altı Danışanlar İçin)
Ebeveynler, 18 yaş altı danışanlar için terapi sürecinde önemli bir destek sağlayabilirler.
Ebeveynler, çocuklarının terapi sürecine aktif bir şekilde katılmalı ve destek olmalıdır. Bu, çocukların tedaviye daha olumlu bir şekilde yanıt vermesine yardımcı olabilir.
Terapi sürecinde ebeveynler, çocuklarının duygusal deneyimlerini anlamak için terapistleriyle düzenli iletişim halinde olmalıdır. Bu, terapistin daha etkili bir şekilde yardımcı olmasına olanak tanır.
Ebeveynler, terapi seanslarında öğrenilen becerileri evde uygulamada çocuklarına yardımcı olmalıdır. Bu, terapinin günlük yaşama entegre edilmesine katkı sağlar.
Ebeveynler, çocuklarının terapi sürecinde sabırlı ve anlayışlı olmalıdır. Değişim zaman alabilir ve ebeveynlerin destekleri bu süreci kolaylaştırabilir.
İnsan yaşamının en temel ve güçlü ilişkilerinden biri, ebeveyn ve çocuk arasındaki bağdır. Bu bağ, çocuğun fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarını karşılayan bakım vereni/verenleri ile kurulur.
Bağlanma Çeşitleri neler?
Güvenli Bağlanma:Güvenli bağlanmış çocuklar, ebeveynlerinin her zaman yanlarında olacağını ve ihtiyaçlarının karşılanacağını bilirler. Bu çocuklar genellikle daha bağımsız, sosyal ve özgüvenli olurlar. Güvenli bağlanma, çocukların duygusal güven duygusu geliştirmelerine yardımcı olur.
Sağlıklı bağlanma, güvenli bağlanma türünü yansıtır. Bu tür bağlanmada, bakım veren ve çocuk birbirlerine güvenirler, duygusal olarak destekleyici ve anlayışlı bir ilişki geliştirirler. Sağlıklı bağlanmış çocuklar, ilişkilerde daha başarılı ve mutlu olma eğilimindedirler.
Kaygılı Bağlanma: Kaygılı bağlanmış çocuklar, ebeveynlerinin davranışlarını tahmin etmekte zorlanır ve çoğunlukla endişeli ve bağımlı olabilirler. Bu bağlanma türünde çocuklar, ebeveynin ilgisini sürekli olarak çekmeye çalışabilirler.
Kaçınmacı Bağlanma:Kaçınmacı bağlanmış çocuklar, ebeveynlerinin yardımına ihtiyaç duymamaya çalışırlar ve genellikle duygusal ifadeleri kısıtlıdır. Bu tür bağlanma, çocukların duygusal yakınlıktan kaçınma eğiliminde olduğu bir ilişki modelini yansıtır.
Anneden Ayrışma Anne ve çocuk arasındaki ilişki, çocuğun yaşamının temelini oluşturur. Anne ve çocuk arasındaki bağ, emme sürecinden itibaren şekillenir. Bu ilişkinin sağlıklı olması, çocuğun duygusal güvenini artırır ve sosyal ilişkilerini güçlendirir. Anneden ayrışma, çocuğun kendi özgürlüğünü kazanmasına ve ayrı bir birey olarak gelişmesine yardımcı olan önemli bir süreçtir. Bu süreç, çocuğun kendi düşünce ve duygularını ifade etmesine, sorumluluklarını üstlenmesine ve kendi kararlarını vermesine fırsat tanır.
Bağlanma davranışları, çocuğun ebeveynleri / bakım verenleri ile ilişkisini yansıtan önemli göstergelerdir. Bu davranışlar, çocuğun duygusal gelişimini ve gelecekteki ilişkilerini şekillendirebilir. Bu nedenle, anne, baba ya da diğer bakım verenler ve çocuk arasındaki bağın sağlıklı bir şekilde geliştirilmesi ve sürdürülmesi, çocuğun psikolojik ve duygusal ihtiyaçlarının karşılanmasında kritik bir rol oynar.
Güvenli Bağlanma Davranışları
Güvenli bağlanmış çocuklar, bakım verenleri ile göz teması kurmayı severler. Göz teması, duygusal bağın güçlenmesine yardımcı olur ve iletişimi artırır.
Güvenli bağlanmış çocuklar, duygusal dengeyi daha iyi sağlarlar.
Bakım verenlerinden ayrıldıklarında dünyayı keşfetmek için daha rahatlardır, bağımsızlık duyguları gelişmiştir.
Kaygılı Bağlanma Davranışları
Kaygılı bağlanmış çocuklar, bakım verenlerine aşırı bağımlı olabilirler. Sürekli olarak annelerinin yanında kalmak isterler ve ayrılmaktan korkarlar.
Bu çocuklar, ebeveynlerinin davranışlarını tahmin etmekte zorlanır. Bakım verenin duygusal tutarsızlığı, çocukta endişe ve karmaşık duygular yaratabilir.
Kaygılı bağlanmış çocuklar, sık sık duygusal dalgalanmalar yaşayabilirler. Aniden mutlu olabilirlerken, hemen sonra üzüntü veya öfke gösterebilirler
Sürekli olarak ebeveynlerinden onay ve sevgi ararlar. Kendi öz saygıları zayıf olabilir ve dışsal onayı yetişkinliklerinde de sürekli olarak arayabilirler.
Kaçınmacı Bağlanma Davranışları
Kaçınmacı bağlanmış çocuklar, duygusal ifadeleri sıklıkla engellerler. Duvar örmeye eğilimli olabilirler ve bakım verene karşı duygusal olarak mesafe koymaya çalışırlar.
Bu çocuklar, bağımsızlık ve kendi kendine yeterlilik konusunda ısrarcı olabilirler. Yardım istemekten kaçınırlar ve duygusal ihtiyaçlarını bastırmaya eğilim gösterebilirler.
Kaçınmacı bağlanmış çocuklar, duygusal tepkileri sıklıkla sınırlarlar. Ebeveynlerinin yokluğuna veya ayrılmasına karşı sakin görünebilirler, ancak içlerinde duygusal bir uzaklık hissi taşırlar.
Ebeveynlerin davranışları, çocukların bağlanma stillerini büyük ölçüde etkiler. Ebeveyn davranışlarının bağlanma stillerini nasıl etkilediğine dair birkaç örnek:
Güvenli Bağlanma
Ebeveynler çocuklarının ihtiyaçlarını düzenli ve duyarlı bir şekilde karşılıyorsa.
Ebeveynler sevgi, şefkat ve anlayış göstererek çocuklarının duygusal ihtiyaçlarını karşılıyorsa.
Ebeveynler tutarlı bir şekilde sınırlar ve kurallar koyma konusunda adil bir yaklaşım sergiliyorsa.
Ebeveynler, çocuklarına güvenilir bir şekilde eşlik edip, onların duygusal dalgalanmalarına anlayışla yaklaşıyorsa.
Kaygılı Bağlanma
Ebeveynler sürekli olarak duygusal dalgalanmalar yaşayıp, çocuklarına karşı tahmin edilemez davranıyorlarsa.
Ebeveynler ilgi ve sevgiyi koşullu bir şekilde sunuyorlarsa (örneğin, çocuk sadece iyi davrandığında sevilir).
Ebeveynler arasındaki ilişkide sürekli çatışma ve belirsizlik varsa, çocuk kaygılı bir bağlanma geliştirebilir.
Kaçınmacı Bağlanma
Ebeveynler, çocuklarının duygusal ifadelerini bastırmalarını veya reddetmelerini teşvik ederlerse.
Ebeveynler, çocuklarının bağımsızlık ve kendi kendine yeterlilik kazanmalarını ön planda tutarlar, ancak duygusal ihtiyaçlarına fazla dikkat etmezlerse.
Ebeveynler, çocuklarına duygusal olarak uzak veya ilgisiz davranırlarsa.
Ebeveyn davranışları, çocuğun bağlanma stilini oluştururken temel bir rol oynar. Ancak önemli bir nokta şudur ki, bağlanma stilleri kesin bir kalıp içinde değildir ve zaman içinde değişebilir. Ebeveynler, çocuklarına duygusal destek ve güven sağlamak için çaba sarf edebilirlerse, çocukların bağlanma stilleri daha güvenli ve sağlıklı bir yöne evrilebilir. Ayrıca, ebeveynler arasındaki ilişkinin de çocuğun bağlanma stilini etkilediğini unutmamak önemlidir.
Okulun ilk günü çocukların duygusal tepkiler göstermeleri oldukça yaygın bir durumdur. Bu tepkilerin nedenleri farklı olabilir ve ebeveynlerin bu konuda nasıl yaklaşmaları gerektiğine dair bilinçli olmaları önemlidir.
Bazı Çocukların Okulun İlk Gününde Ağlamaları Olası ve Ağlamamak Kadar Normal
Okula gitmek, çocuklar için ayrılmak anlamına gelir ve bu ayrılık kaygısı yaratabilir. Anne ve babalarından ayrılmaktan endişe duyan çocuklar, bu kaygılarını gözyaşlarıyla ifade edebilirler.
Okula yeni başlayan çocuklar için okulun fiziksel ortamı, öğretmenleri ve arkadaşlarıyla tanışmak yeni ve korkutucu olabilir. Bu da endişe ve hüzün yaratabilir.
Bazı çocuklar sosyal durumlarda daha fazla kaygı yaşayabilirler. Okulun ilk günü, yeni insanlarla tanışma ve tanınmadık yüzlerden oluşan bir grup içinde olma durumu, bu çocuklarda ağlamalara yol açabilir.
Öğrenciler için öğretmenin ilgisi ve tutumu çok önemlidir. Eğer bir çocuk öğretmenden olumsuz bir tepki veya ilgisizlik hissederse, bu da ağlamalara neden olabilir.
Daha önceki olumsuz okul deneyimleri veya ayrılık kaygısı yaşamış çocuklar, yeni bir okula başlama durumunda daha hassas olabilirler.
Ebeveynlerin Yaklaşımı Ne Olmalı?
Destek ve Anlayış Ebeveynler çocuklarının duygusal tepkilerini anlamalı ve desteklemelidirler. Çocuğunuzun bu dönemde daha fazla sevgi ve güvenceye ihtiyacı olabilir.
Hazırlık Süreci Okula başlamadan önce çocuğunuzu hazırlamak önemlidir. Okulu ziyaret etmek, öğretmeni ve sınıf arkadaşları hakkında bilgi vermek çocuğun daha rahat hissetmesini sağlayabilir.
Güven Vermek Çocuğunuza, okula gitmenin birçok çocuk için normal bir deneyim olduğunu ve kendisinin de bu deneyimi başarılı bir şekilde atlatabileceğini anlatmak önemlidir.
Olumlu Bir Ortam Yaratmak Çocuğunuzun okulu olumlu bir şekilde algılamasına yardımcı olun. Okulu, yeni arkadaşlar edinme ve yeni şeyler öğrenme fırsatı olarak tanıtın.
Sabır Göstermek Ebeveynler, çocuklarının duygusal tepkilerine sabırla yaklaşmalılar. İlk gün ağladıklarında onları teselli etmek ve desteklemek önemlidir.
Kaygı Yaşar İse O An Söylenebilecekler
Okulun güvenli bir yer olduğunu ve öğretmenlerin / diğer yetişkinlerin ona iyi bakacaklarını söyleyebilirsiniz
Çocuğunuzun duygusal tepkilerini anlayışla karşılayın ve onun duygusal deneyimlerini geçerli kabul edin. Ona hissettiği duyguları ifade etme ve paylaşma fırsatı verin.
Okula başlamayı heyecan verici bir macera olarak sunun. Yeni arkadaşlar edinme, yeni şeyler öğrenme ve eğlenme fırsatlarından bahsedin.
Okulun kapısında veya sınıfın kapısında onunla vedalaşırken pozitif ve neşeli bir şekilde davranın. “Okulda harika zaman geçireceksin ve ben senin dönüşünü sabırsızlıkla bekliyor olacağım” gibi olumlu mesajlar verin.
Çocuğunuzun okul hakkında sorular sormasına ve düşüncelerini paylaşmasına fırsat verin. “Okul senin için nasıldı?” veya “Bugün neler öğrendin, seni şaşırtan bilgiler oldu mu?” gibi sorularla onun deneyimini anlamaya çalışın.
Günlük bir rutin oluşturarak çocuğunuza okula gitme sürecini daha öngörülebilir hale getirin. Sabahları aynı sırayla giyinmek, kahvaltı yapmak ve okula gitmek gibi bir rutin oluşturmak çocuğunuzun kendini daha güvende hissetmesine yardımcı olabilir.
Çocuğunuz anaokuluna başlıyor ise ona bir rahatlatıcı nesne vermek, örneğin sevdiği bir oyuncak veya bir mendil, onun okula gitme sürecini daha kolay atlatmasına yardımcı olabilir.
Eğer çocuğunuz ağlıyorsa, onunla duygusal bir şekilde iletişim kurun. “Üzgün olduğunu anlıyorum, ben de bazen bilmediğim şeylerde kaygılanırım ama sonra zamanla alıştığımı fark ederim, her şey zamanla yoluna girer” gibi cümlelerle ona destek olun.
Okulda ne yapacakları hakkında çocuğunuza bilgi verin. Hangi aktivitelerin onu beklediğini açıklamak, okula gitmeyi daha çekici hale getirebilir.
Okulun ilk gününden sonra çocuğunuzun deneyimini sık sık ama boğmadan konuşun. Onun duygusal ve sosyal gelişimini desteklemek için açık bir iletişim sürdürün.
Unutmayın ki her çocuk farklıdır ve ona özgü bazı reaksiyonlar geçici de olabilir. Eğer çocuğunuzun bu tepkileri uzun süre devam ederse veya daha ciddi sorunlar yaşarsa,bir uzmana başvurmakönemlidir. Çocuğunuzun okula uyum sağlaması ve duygusal olarak rahat hissetmesi için zaman ve destek gerekebilir.
Fobiler, genellikle korku ile karıştırılan ancak daha yoğun ve rahatsız edici olan bir tür anksiyete bozukluğu olarak kabul edilir. Fobiler, belirli nesnelere, durumlara veya koşullara karşı belirgin bir korku veya endişe duymakla karakterize edilir. Korku, genellikle aniden ortaya çıkar ve kişinin günlük yaşamını ciddi şekilde etkileyebilir.
Fobik reaksiyonlar, tehlike düzeyi ve sosyal veya kültürel bağlama orantısızdır. Bu nedenle, kişi belirli bir fobiye sahip olduğunda, bu nesne veya durumdan kaçınırlar veya yoğun bir korku ve endişe ile karşılaşırlar. Bu durum, kişinin sosyal, mesleki veya diğer önemli işlevsellik alanlarında sorunlara yol açabilir.
Fobilerin genellikle en az altı ay boyunca devam ettiği ve başka bir ruhsal bozukluğun semptomlarıyla daha iyi açıklanamayacağı kabul edilir. Örneğin, takıntılı düşünceler veya travmatik olayların hatırlatıcıları gibi diğer zihinsel sağlık sorunlarıyla karıştırılmamalıdır.
fobiler
Yaygın Fobi Türleri Fobiler çok çeşitli nesnelere veya durumlara odaklanabilir.
Yükseklik Korkusu (Akrofobi): Akrofobik bireyler, yüksek yerlere yaklaşmaktan, köprüleri geçmekten veya merdivenleri tırmalamaktan kaçınırlar. Bu fobi, yaşam boyu yaklaşık %6.4’lük bir yaygınlığa sahiptir.
Uçak Korkusu: Uçak fobisine sahip bireyler, uçağa binmekten kaçınırlar ve uçuş sırasında şiddetli bir düşme korkusu yaşarlar. Bu fobi, uçak yolculuklarının uzun süreli alternatiflerini tercih etmeye neden olabilir.
Sosyal Fobi (Sosyal Anksiyete Bozukluğu): Topluluk önünde konuşma, topluluk içinde bulunma veya sosyal etkileşimlerden duyulan aşırı korku ve endişeyi içeren bir durumdur. Bu fobi, kişinin sosyal yaşamını olumsuz etkileyebilir.
Kapalı Alan Korkusu (Klostrofobi): Kapalı veya dar alanlardan korkma durumunu ifade eder. Bu fobi, nefes almada zorluk, terleme ve panik atak gibi fiziksel semptomlarla ilişkilendirilebilir.
Yabancı Korkusu: Yabancılardan veya yabancı kabul edilen nesnelerden duyulan korku veya nefreti ifade eder. Bu tür fobi, ırkçılığı içeren aşırı önyargıları içerebilir.
Yutma Korkusu: Bir şey yutarken boğulma korkusu yaşayan kişilerde görülür. Bu fobi, yemek yeme ve içme alışkanlıklarını olumsuz etkileyebilir ve kilo kaybına yol açabilir.
Örümcek Fobisi (Araknofobi): Örümcekler ve akrepler gibi böceklerden korkma durumunu ifade eder. Bu fobi, kişinin belirli alanlarda kendini rahatsız hissetmesine neden olabilir.
Fobilerin Tedavisi Fobilerin tedavisi, genellikle bilişsel davranışçı terapi (BDT) ile yapılır. Uygun tedavi ile fobiler yönetilebilir. Tedaviye erken başlamak önemlidir.
Alıştırma/Maruz Bırakma terapi yöntemi, kişinin korktuğu nesne veya durumla yavaşça ve güvenli bir şekilde karşılaşmasını içerir. Bu, kişinin korkularıyla yüzleşmesine yardımcı olur ve tepkilerini kontrol etmeyi öğrenmelerine olanak tanır.
Bilişsel Terapi (BT) kişinin düşünce kalıplarını ve inançlarını incelemeyi ve olumsuz düşünceleri değiştirmeyi hedefler. Bu, fobik reaksiyonların altında yatan düşünsel süreçleri anlamalarına yardımcı olabilir.
Bazı durumlarda, antidepresanlar veya anksiyolitik ilaçlar gibi ilaçlar fobilerin semptomlarını hafifletmek için kullanılabilir. Ancak, ilaç tedavisi genellikle diğer terapilerle birleştirilir.
Fobilerin tedavisi, kişinin spesifik ihtiyaçlarına ve fobisinin türüne bağlı olarak değişebilir. Tedavi, bir uzman psikolog veya psikiyatrist tarafından yönlendirilmelidir. Erken tedavi, diğer anksiyete bozuklukları veya komorbid durumların gelişmesini önlemeye yardımcı olabilir.
Arkadaşlık, insanlar arası ilişkilerin temel taşlarından biri olup, sosyal yaşamın önemli bir parçasını oluşturur. Peki bir kişiyle ilk görüşte arkadaşlık nasıl mümkün olabilir? Bu soruya yanıt bulmak için bilimsel çalışmalar ve araştırmalar ışığında arkadaşlık olgusunu birlikte analiz edelim.
Birçok bilimsel veri ve araştırma, arkadaşlık kurma sürecini etkileyen faktörleri ortaya koymaktadır. Bilimsel araştırmalar, bu faktörlerin arkadaşlık olasılığını şekillendirdiğini göstermektedir. Ancak her arkadaşlık ilişkisi farklıdır ve kişisel dinamiklere dayanır, bu nedenle herkes için tek bir kural veya formül yoktur.
İnsanlar, benzer ilgi alanlarına, değerlere ve kişilik özelliklerine sahip olanlarla daha fazla arkadaşlık kurma eğilimindedirler. Bu teori, arkadaşlıkların temelinde benzerliklerin olduğunu vurgular. Ortak hobiler, tutkular veya yaşam tarzları, bağların oluşmasına katkı sağlar.
Arkadaşlık, güven ve iletişim temeli üzerine inşa edilir. Karşılıklı güven duygusu ve açık iletişim, arkadaşlık kurmayı kolaylaştırır. İyi iletişim becerileri, insanların arkadaşlık ilişkilerini güçlendirmelerine yardımcı olur.
Arkadaşlık, zaman içinde gelişen bir süreçtir. İnsanlar birlikte vakit geçirip deneyimler paylaştıkça, daha yakın ilişkiler kurarlar.
Ortak değerler ve inançlar, arkadaşlık kurarken dikkate alınan önemli unsurlardır. Aynı değerlere sahip olmak, bağların derinleşmesine yardımcı olabilir.
Kişilik uyumu, insanların daha kolay arkadaş olmalarına neden olabilir. Kişilik benzerlikleri, arkadaşlık ilişkilerini güçlendirebilir.
Fiziksel yakınlık, arkadaşlık kurma olasılığını artırır. Aynı çevrede yaşayan veya çalışan kişiler, daha kolay arkadaşlık kurabilirler. İnsanlar, genellikle aynı sosyal ortamlarda bulunan kişilerle daha kolay arkadaşlık kurarlar. Ortak okul, iş veya hobiler gibi sosyal alanlar, arkadaşlık olasılığını artırır.
Duygusal bağlanma, arkadaşlık ilişkilerinin duygusal derinliğini belirler. İnsanlar, birbirlerine duygusal olarak bağlandıklarında, arkadaşlık daha sağlam hale gelir.
Arkadaşlar, sosyal destek sağlama ve stresle başa çıkma konularında önemli roller üstlenirler. Arkadaşlık ilişkileri, insanların duygusal ve psikolojik ihtiyaçlarını karşılayabilir.
Bazı araştırmalar, çocukluk arkadaşlıklarının yetişkinlikteki arkadaşlık ilişkilerini etkilediğini göstermektedir. Çocukluk döneminde oluşan arkadaşlıklar, uzun vadeli bağlantıları şekillendirebilir.
Bu bulgular, arkadaşlık olgusunun karmaşıklığını ve farklı boyutlarını vurgular. Her arkadaşlık farklıdır ve kişisel faktörler, deneyimler ve çevresel etmenler, bir kişinin kimlerle arkadaşlık kuracağını etkiler. Ancak bu araştırmalar, insanların arkadaşlık ilişkilerinin yaşamlarını önemli ölçüde etkilediğini ve insanlar arası ilişkilerin karmaşıklığını daha iyi anlamamıza yardımcı olur.
Arkadaşlığın yararları ve dezavantajları da dikkate alınmalıdır:
Arkadaşlar, duygusal destek sunarak insanların stresle başa çıkmasına yardımcı olabilirler. Zor zamanlarda insanların yanında olmaları, duygusal yükü hafifletir.
Arkadaşlık, insanların sosyal bağlarını güçlendirir. Bu, insanların yalnızlık hissini azaltır ve kendilerini daha ait hissetmelerini sağlar.
Arkadaşlar, insanların özsaygılarını artırabilir ve kendine güvenlerini yükseltebilirler. Olumlu arkadaşlık ilişkileri, kişinin kendini daha değerli hissetmesine yardımcı olabilir.
Arkadaşlarla geçirilen zaman, paylaşılan deneyimlerle doludur. Bu deneyimler, yaşamı daha zengin ve anlamlı hale getirir.
Arkadaşlar, sosyal becerilerin geliştirilmesine yardımcı olabilirler. İnsanlar, arkadaşlarının yanında iletişim becerilerini ve empatiyi geliştirme fırsatı bulurlar.
İyi seçilmiş arkadaşlar, yaşam kalitesini artırabilirken, zararlı arkadaşlıklardan uzak durmak önemlidir.
Bazı insanlar, olumsuz arkadaşlık ilişkileriyle karşılaşabilirler. Bu ilişkiler, kişinin duygusal olarak kötü etkilenmesine ve stres yaşamasına neden olabilir.
Arkadaş grupları, bazen sosyal baskıya neden olabilir. Bu, kişinin grup normlarına uymak zorunda hissetmesine ve kendi değerlerinden ödün vermesine yol açabilir.
Bazı insanlar, arkadaşlıklara aşırı derecede bağımlı hale gelebilirler. Bu, kişinin kendi hayatını kontrol edememesine neden olabilir.
Arkadaşlarla geçirilen zaman, bazen diğer önemli işlere harcanması gereken zamanı azaltabilir. Bu, dengesiz zaman yönetimine yol açabilir.
Olumsuz arkadaşlık ilişkileri ve bu ilişkilerin yarattığı duygusal stres, bireyler için gerçek bir zorluk olabilir. İşte bu tür sorunlarla başa çıkmak için psikolog olarak önerdiğim bazı adımlar:
İlk adım, bu olumsuz arkadaşlık ilişkilerini tanımak ve onların sizin üzerinizdeki etkilerini anlamaktır. Kendinize şu soruları sorun: Bu ilişkiler beni nasıl etkiliyor? Duygusal olarak nasıl hissediyorum?
Kendi sınırlarınızı ve değerlerinizi tanımlayın. Bu sınırları arkadaşlarınıza açıkça ifade edin ve bu sınırlara saygı göstermelerini isteyin. Sizden ödün vermeye veya istemediğiniz bir şeyi yapmaya zorlanmamalısınız.
Bu tür zorlu arkadaşlık ilişkileriyle başa çıkmak için profesyonel yardım almayı düşünün. Bir psikolog ya da psikiyatrist, size duygusal destek sağlayabilir ve bu ilişkilerle başa çıkma konusunda size rehberlik edebilir.
Olumsuz arkadaşlık ilişkilerinin yerine daha sağlıklı, destekleyici arkadaşlıklar kurmaya çalışın. İnsanlarla benzer ilgi alanlarına sahip olduğunuz gruplara katılın veya hobilerinizi paylaşabileceğiniz arkadaşlar edinin.
Kendinizi geliştirme ve özsaygınızı artırma yollarını araştırın. Kendinizi daha iyi tanıdıkça, sağlıklı arkadaşlık ilişkilerini daha iyi seçebilir ve sizi kötü etkileyen ilişkilere daha az ihtiyaç duyarsınız.
Arkadaşlarınızla geçirdiğiniz zamanı, diğer önemli işlerle dengelemeye çalışın. Bir zaman çizelgesi oluşturarak, iş, aile, kişisel bakım ve arkadaşlık gibi farklı alanlara dengeli zaman ayırın.
Kendinize iyi bakmak, duygusal dayanıklılığınızı artırabilir. Sağlıklı bir yaşam tarzı benimseyin, düzenli egzersiz yapın, dengeli beslenin ve yeterince uyuyun.
Kendinizi eleştirmek yerine kendinizi kabul edin. Herkes hatalar yapabilir ve olumsuz ilişkilere düşebilir. Önemli olan, bu deneyimlerden öğrenmek ve kendinizi geliştirmektir.
Aile üyeleri, diğer arkadaşlar veya topluluk destek grupları gibi destek ağlarından faydalanın. Sizi destekleyen insanlarla vakit geçirmek, olumsuz arkadaşlık ilişkilerinin oluşturduğu stresi azaltabilir.
Herkesin yaşamı boyunca olumsuz arkadaşlık ilişkileriyle karşılaşabileceğini unutmayın. Bu deneyimlerden öğrenmek ve kendinizi güçlendirmek önemlidir. Eğer bu ilişkiler sizin için gerçek bir sıkıntı haline gelirse, profesyonel yardım almak her zaman iyi bir seçenek olabilir.
Deprem, fiziksel hasarın ötesinde psikolojik etkilere de yol açan bir doğal afettir. Travma sonucunda kişilerde stres, korku, çaresizlik ve kaygı gibi duygusal tepkiler görülebilmektedir. Depremin ardından insanlar yaşadıkları yerde güvende hissetmekte zorlanabilirler. Güvenli alan kaybı, kişilerin güvendikleri yerlerin artık güvende olmadığına dair duygusal bir algı oluşturabilir.
Travma sonrası iyileşme süreci, bireyden bireye farklılık gösterecektir. Ancak, travmanın etkilerini hafifletmek ve geçişini kolaylaştırmak için bazı teknikler kullanmaktayım. Bunlar arasında psikoterapi, EMDR, destek grupları, meditasyon, birlikte derin nefesler alma ve fiziksel aktiviteler yer alabilmekte. Öncelik kişinin yaşadığı duygusal tepkileri tanımlaması ve ifade etmesini kolaylaştırmak, travmanın etkilerini azaltmaya yardımcı olmaktır.
Depremi Çocuklara Anlatabilirim Depremin çocuklara anlatılması, onların yaş ve gelişim düzeyine uygun olmalıdır. Duygusal desteğin sağlandığı bir ortamda, basit ve anlaşılır bir dil kullanarak deprem hakkında bilgi verilmelidir. Gerçekleri çarpıtmadan, ancak çocuğun korku düzeyini artırmadan açıklamalar yapmak önemlidir. Çocukların sorularını cevaplarken sabırlı olunmalı ve onların duygusal tepkilerine duyarlılık gösterilmelidir.
Yas Süreci ve Uzamış Yas Yas süreci, kayıp veya travma sonrasında yaşanan duygusal tepkilerin zaman içinde değişen bir dizi aşamadan geçmesini ifade eder. Bu aşamalar inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabul şeklinde sıralanır ancak yas süreci bireyden bireye farklılık gösterebilir ve farklı zamansal süreçler gözlenebilir. Uzamış yas, normal yas sürecinin beklenenden daha uzun sürdüğü durumu ifade eder. Profesyonel yardım, yas sürecinde destek sağlamak için önemlidir.
Toplumsal Yas Toplumsal yas, bir topluluğun veya toplumun geniş bir kesiminin bir olayın veya kaybın etkisi altında duygusal tepkiler göstermesidir. Depremler gibi doğal afetler toplumsal yas süreçlerine yol açabilir. Toplumsal yas, dayanışmayı artırabilir ve insanları bir araya getirebilir. Topluluk desteği ve kaynaklar, toplumsal yas sürecinde önemli bir rol oynayabilir.
Depremin travmatik etkileri ‘çok gerçek’ ancak, uygun bilimsel temelli yaklaşımlar ve duygusal destek ve yönlendirme ile bireyler ve toplumlar bu zorlu süreçlerle başa çıkabiliriz.
”Yıllardır iş yerimde yoğun tempolu çalışmaktayım ve son birkaç aydır tuhaf bir his içindeyim. Sanki yetmiyor. Uzaklaşıyorum. Adeta enerjimin tükendiğini ve artık aynı performansı sergileyemediğimi, hatta sergilemeye mecalimin kalmadığını fark ettim. Motive olamıyorum. Bana neler oluyor?”
Tükenmişlik, hızlı tempolu yaşamlarımızın bir sonucu olarak; özellikle uzun süreli stres, yüksek iş yükü ve duygusal zorlanma gibi etkenlerin bir araya gelmesi ile ortaya çıkan hem zihinsel hem fiziksel hem de duygusal bir tükenme halidir. Tükenmişlik yaşıyorsanız, normalde anlamlı bulduğunuz faaliyetlerde bulunmanın zor olduğunu fark edebilirsiniz.
”Son zamanlarda evde sürekli artan taleplerle başa çıkmaya çalışırken, enerjimin ve motivasyonumun gitgide azaldığını fark ettim. Eşim ve çocuklar beni görmüyor gibi, ya da ben onlara uzaklaştım bilmiyorum, içimden gelmiyor.”
“Tükenmişlik” terimi ilk kez 1970’lerde Herbert Freudenberger ve Christina Maslach tarafından kullanıldı. Bu durumu “duygusal tükenme, düşük kişisel başarı hissi ve duygusal mesafelenme” olarak tanımladılar. DSM-5’e göre, tükenmişlik sendromu genellikle “uzun süreli iş stresine bağlı olarak enerji kaybı, duyarsızlaşma ve azalmış kişisel başarı hissi” ile karakterizedir.
Burn out kişi yaşamına karşı duyarsızlaşır, duygusal olarak uzaklaşır ve motivasyonunu yitirir, başarı hazzı yaşayamaz.
”Son zamanlarda iş yerine gitmekten kaçınmaya başladım, işimi yapmaktan zevk alamıyorum ve bu da genel ruh halimi olumsuz etkiliyor. Evde de hiç bir işi yapmak istemiyorum, mümkün olsa eve de gitmeyeceğim”
Tükenmişliğin pek çok nedeni olabilir.
Yoğun iş yükü
Düşük destek düzeyi
Düşük özerklik hissi
İş ile özel yaşam arasındaki dengeyi sağlayamama
gibi faktörler etkili olabilir.
Ancak, bazen tükenmişliğin gizli sebepleri de olabilir. Örneğin, içsel değerlerle uyumsuz bir işte çalışmak veya duygusal ihtiyaçların ihmal edilmesi bu duruma zemin hazırlayabilir.
Tükenmişlikle başa çıkmak için;
İlk olarak, öz bakım pratikleri benimsemek önemlidir. Düzenli egzersiz, yeterli uyku ve sağlıklı beslenme tükenmişliği hafifletmeye yardımcı olabilir.
İkinci adım ise duygusal destek almak. Yakın ilişkilerdeki destek, terapi almak veya destek grupları bu süreçte size yardımcı olabilir.
Ne olduğunu anlamak ve ele almak, daha sağlıklı bir yaşam için adım atmaktır. Unutmayın ki tükenmişlik uygun terapi planı ve stratejilerle aşılabildiğinde geçici bir durum olabilir.
‘Hayattan keyif alamıyorum’ diyorsanız okumak için tıklayınız
Günümüzün hızlı tempolu dünyasında, hayattan keyif alamama durumu birçok insanın yaşadığı bir zorluktur. Ancak bu durumun altında yatan psikolojik boyutlar ve çözüm yolları, psikoloji bilimi sayesinde aydınlatılmıştır. Hayattan keyif alamama durumu herkesin başına gelebilir, ancak bazı faktörler riski artırabilir. Stresli yaşam olayları, travmalar, genetik yatkınlık, kimyasal dengesizlikler gibi etmenler bu durumu tetikleyebilir. Hayattan keyif alamama, genel yaşam kalitesini düşürebilir, iş ve ilişki performansını olumsuz etkileyebilir ve fiziksel sağlığı zayıflatabilir.
Terapinin bu süreçteki rolü büyük önem taşır
Terapi, hayattan keyif alamayan bireyler için önemli bir destek mekanizmasıdır. Bir uzman rehberliğinde yapılan terapi seansları, bireyin duygusal sorunlarını anlamasına ve çözmesine yardımcı olur.
Duygusal Farkındalık Geliştirir: Terapi, bireyin içsel dünyasını anlamasına ve duygusal tepkilerini fark etmesine yardımcı olur. Bu sayede negatif düşünceler ve duygularla başa çıkma becerileri gelişir.
Olumsuz İnançları Değiştirir: Terapi, bireyin kendine dair olumsuz inançlarını sorgulamasına ve bunları olumlu yönde değiştirmesine yardımcı olur. Bu da genel yaşam tatminini artırabilir.
Stres ve Anksiyeteyi Yönetmeyi Öğretir: Terapi, stresle başa çıkma stratejileri ve anksiyete yönetimi konusunda bireye pratik bilgiler sunar. Bu, genel yaşam kalitesini artırmada etkili olabilir.
Bireyler, hayattan daha fazla keyif almak için kendi başlarına da adımlar atabilirler
Kişisel ilgi alanları ve hobiler bulmak, yaşamdan keyif almayı artırabilir. Bu aktiviteler, ruh halini olumlu yönde etkileyebilir.
Düzenli egzersiz, dengeli beslenme ve yeterli uyku, ruh halini iyileştirebilir. Fiziksel sağlık, zihinsel sağlıkla sıkı bir şekilde bağlantılıdır.
Aile ve arkadaşlarla zaman geçirmek, sosyal ilişkileri güçlendirmek ve destek almak hayattan keyif almayı artırabilir.
Duyguları ifade etmek ve paylaşmak önemlidir. Günlük yazma, sanatsal ifade veya terapi gibi yöntemler duygusal yükü azaltabilir.
Hayattan keyif alamamanın altında yatan nedenler çeşitlilik gösterebilir ve bireyseldir
Hayattan keyif alamama, depresyon, bipolarite ya da tükenmişlik gibi bir dizi psikolojik rahatsızlığın belirtisi olabilir. DSM-5’e göre, majör depresif bozukluk en az iki hafta süren sürekli düşük ruh hali, ilgi kaybı ve enerji eksikliği gibi belirtilerle tanımlanır. Daha hafif düzeyde keyif alamama, distimi adı verilen bir durumda da görülebilir.
Unutulmamalıdır ki, profesyonel bir ruh sağlığı uzmanından yardım almak gerçek bilgiye ulaşmada ve sağlıklı tedavide önemli bir rol oynar.
OKB (Obsesif Kompulsif Bozukluk) ve OKKB (Obsesif Kompulsif Kişilik Bozukluğu) Nedir
Bugün sizinle sıkça karıştırılan, ancak farklı olan Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB) ve Obsesif Kompulsif Kişilik Bozukluğu (OKKB) hakkında konuşalım mı?
Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB) OKB, obsesyonlar ve kompülsiyonlar şeklinde karakterize edilen bir kaygı bozukluğudur. Obsesyonlar, sürekli ve istenmeyen düşünceler, dürtüler veya zihinsel görüntülerdir. Bu düşünceler kişinin kontrolünde değildir ve genellikle rahatsız edici/endişe vericidir. Kompülsiyonlar ise obsesyonları gidermek için yapılan tekrarlayıcı davranışlardır. Bu davranışlar kısa süreli bir rahatlama sağlasa da uzun vadede kişiyi olumsuz bir döngüye sokar.
OKB’nin semptomları arasında el yıkama, sürekli düşünce denetimi, simetri düzenlemeleri, tekrarlayıcı sayma veya kontrol etme davranışları yer alabilir. Kişi bu takıntılı düşüncelerle ve kompulsiyonlarla mücadele etmeye çalışırken zamanını ve enerjisini büyük ölçüde tüketebilir.
Obsesif Kompulsif Kişilik Bozukluğu (OKKB) OKKB, bir kişilik bozukluğudur. Kişiler, aşırı düzenlilik, mükemmeliyetçilik ve kontrol arayışı gibi özelliklere sahiptirler, genellikle esnek olmayan bir düşünce ve davranış kalıbı sergilerler.
Obsesif Kompulsif Kişilik Bozukluğu (OKKB) OKB ile karıştırılmamalıdır. OKKB, kişinin aşırı düzenlilik, mükemmeliyetçilik, detaylara aşırı odaklanma ve esnek olamama gibi kalıcı kişilik özellikleri ile karakterizedir.
OKKB’ye sahip bir kişi, düzenli bir çalışma alanı yaratmak için saatlerini harcayabilir ve bu düzeni sıkı bir şekilde korumaya çalışabilir. Aynı zamanda, insanlarla olan ilişkilerinde de aşırı mükemmeliyetçilik ve düzenlilik arayışı gösterebilir, bu da ilişkileri olumsuz etkileyebilir.
Kişi OKKB’ye sahipse, her adımını aşırı özenle planlaması, işlerini başkalarının yapacağından daha fazla detayla kontrol etmesi ve mükemmel sonuçlar elde etmeye çalışması muhtemeldir.
DSM-5 (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders) ve ICD-10 (International Classification of Diseases) gibi klinik rehberler, Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB) ve Obsesif Kompulsif Kişilik Bozukluğu (OKKB) tanı ve sınıflandırmasında standartları belirler.
OKB ve OKKB farklı rahatsızlıklar olup, tanı, semptomlar ve tedavi yaklaşımları açısından ayrılırlar. Bu iki durumun anlaşılması, doğru tanı ve etkili tedavi için önemlidir.
Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB):
Anksiyete bozukluğu olarak sınıflandırılır.
Obsesyonlar (istenmeyen düşünceler) ve kompulsiyonlar (tekrarlayan davranışlar) içerir.
Obsesyonlar kişinin düşünce kontrolünün dışında ve genellikle rahatsız edici/endişe verici niteliktedir.
Kompulsiyonlar obsesyonların yarattığı kaygıyı geçici olarak azaltma amacı taşır, ancak uzun vadede olumsuz döngülere yol açabilir.
El yıkama, düşünce denetimi, simetri düzenlemeleri gibi semptomlar görülebilir.
Kontrol edilemeyen temizlik dürtüsü: Sürekli olarak el yıkama veya temizlik yapma düşüncesi ve bunun sonucunda zorlayıcı temizlik eylemleri.
Simetri ve düzen takıntısı: Her şeyin düzenli ve simetrik olması gerektiğine dair takıntılı düşünceler ve bu düzeni sağlama çabaları.
Kontrol kaybı korkusu: Sürekli olarak tehlikeli bir şey yapma, başkalarına zarar verme veya kontrol edemeyeceği kötü bir olayın gerçekleşmesi takıntıları ve bunlardan kaçınmak için çeşitli kompulsif eylemler.
Düşünce saplantıları: İstenmeyen düşüncelerin (cinsellik, şiddet içerikli) sürekli olarak akıl etmeye gelmesi ve bunlardan kaçınma çabaları.
“Hayatımın belirli dönemlerinde ben de OKB semptomları yaşadım. Özellikle stresli zamanlarda, sürekli el yıkama düşünceleri beni esir alırdı. Günlük yaşamda, herhangi bir yüzeye dokunduğumda veya dışarıda bir şeyler yedikten sonra, mikropların sürekli ellerimde olduğunu düşünürdüm. Bu takıntı beni rahatsız eder ve anksiyetem artardı. Bunu gidermek için sürekli ellerimi yıkama ihtiyacı duyardım.”
Obsesif Kompulsif Kişilik Bozukluğu (OKKB):
Kişilik bozukluğu olarak kabul edilir.
Aşırı düzenlilik, mükemmeliyetçilik ve kontrol takıntıları ile karakterizedir.
Obsesyonlar ve kompulsiyonlar içermez, ancak kişinin yaşam tarzını etkileyebilir.
Esneklik eksikliği ve işbirliği zorluğu OKKB’nin belirgin özelliklerindendir.
Detaylara aşırı odaklanma ve esnek olamama gibi semptomlar görülebilir.
Düzen ve simetri takıntısı: Her şeyin aynı düzen içinde olması gerektiği inancı ve bu düzene takıntılı bir şekilde bağlılık.
Mükemmelliyetçilik: Her şeyin mükemmel olması gerektiği düşüncesi ve bu mükemmelliği elde etmek için aşırı çaba sarf etme.
Esnek olamama: Planların veya rutinlerin değişmesine karşı direnme ve esneklik göstermekte zorluk çekme.
Detaylara odaklanma: Detaylara dair aşırı titizlik ve bu detaylara takıntılı bir şekilde odaklanma.
İşbirliği yapmada güçlük: Diğer insanlarla işbirliği yapmakta zorluk çekme, çünkü başkalarının yönergelerine uyum sağlama ve onların katkılarını kabul etmede güçlük yaşama.
“Eskiden bir arkadaşım OKKB semptomları ile mücadele ediyordu. Her şeyi aşırı düzenli tutma ihtiyacı ve mükemmelliğe odaklanma onun günlük yaşamını etkiliyordu. İş yerinde çalışma düzenini planlamak için saatlerini harcıyor ve bileğinin incinmesine rağmen o plan değişmeden esneklik göstermek istemiyordu. Sosyal hayatında da bu durum onun ilişkilerini zorlaştırıyordu. Grup planlarını değiştirmek veya başkalarının fikirlerini kabul etmek onun için neredeyse imkansızdı.”
OKB ile OKKB’nin Farkları -OKB, anksiyete bozuklukları sınıflandırmasında yer alırken, OKKB kişilik bozuklukları kategorisinde yer alır. -OKB, obsesyonlar ve bunların giderilmesine yönelik kompulsiyonlarla karakterizedir. OKKB ise aşırı düzenlilik, mükemmelliyetçilik ve kontrol takıntılarına odaklanır, ancak obsesyonlar ve kompulsiyonlar içermez. -OKB, anksiyete düzeyinde belirgin artışa neden olabilirken, OKKB daha çok kişinin yaşam tarzını ve sosyal ilişkilerini etkileyebilir. -OKB’li kişiler, kompulsiyonlara yönelik geçici bir rahatlama elde etmek için takıntılarına göre hareket ederken, OKKB’li kişiler, esneklik göstermede zorluk yaşayarak kişisel ve profesyonel yaşamlarında sorunlarla karşılaşabilirler.
Bilişsel teoriler, OKB’nin temelinde kişilerin düşünceleri, inançları ve değerleri ile ilgili bozulmalar olduğunu öne sürer. Örneğin, “kötü düşünceler” ile ilgili aşırı tepkiler, kişinin kendi düşüncelerine yüklediği anlam ve önem ile ilişkilendirilir.
Nörobiyolojik araştırmalar, OKB’nin beynin belirli bölgelerinde ve nörotransmitter sistemlerindeki işlev bozukluklarıyla ilişkili olduğunu göstermektedir. Serotonin ve glutamat gibi nörotransmitterlerin rolü üzerine yapılan çalışmalar, bu bozukluğun biyolojik temelini açıklamaya yardımcı olmuştur.
Kişilik teorileri, OKKB’nin temelinde kişinin çocukluk döneminden itibaren gelişen kişilik yapıları ve savunma mekanizmalarının rol oynadığını öne sürer.
Ayrıca genetik ve çevresel faktörlerin de bu bozuklukların ortaya çıkmasında etkili olduğunu biliyoruz. Kalıtımsal yatkınlığın ve çocukluk döneminde yaşanan travmatik olayların bu bozuklukların gelişimine katkı sağladığı düşünülmektedir.
Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT), OKB’nin tedavisinde etkili bir yöntemdir. BDT, kişinin takıntılarını ve kompulsiyonlarını tanımlamasına, onları sorgulamasına ve alternatif düşünce ve davranışlar geliştirmesine yardımcı olur. OKB’ye sahip bir kişi, terapi sürecinde takıntılarını ve kompulsiyonlarını yönetmeyi öğrenirken, günlük yaşamda daha işlevsel ve rahat bir deneyim yaşayabilir.
OKKB ise daha çok kişilik yapısal bir özellik olduğu için tedavisi daha zorlu olabilir. Terapi, kişinin mükemmeliyetçilik ve düzenlilikle ilgili esneklik geliştirmesine yardımcı olabilir. Aynı zamanda, OKKB’ye sahip bir bireyin yakın çevresi, anlayışlı olmalı ve mükemmeliyetçiliğe karşı sabırlı bir tutum sergilemelidir. Empati ve anlayış, kişinin OKKB ile başa çıkmasına ve daha rahat bir sosyal ilişki kurmasına yardımcı olabilir.
Eğer sizde ya da bir yakınınızda bu tür bir durum varsa, yapmanız gereken ilk adım, konusunda uzman bir klinik psikologdan yardım almaktır. Psikoterapi, OKB ve OKKB’nin yönetiminde etkili bir tedavi yöntemidir.
Eğer bir yakınınız bu durumla başa çıkıyorsa, anlayışlı olun ve onları yargılamadan destekleyin. Empati göstermek ve onların duygularını anlamaya çalışmak, onların tedavi sürecinde daha iyi bir ilerleme kaydetmelerine yardımcı olabilir.
Bu yazımda son zamanlarda klinik pratiğimde ve okullarda gözlemlediğim bir konuya odaklanmak istiyorum. Özellikle ergenler arasında, yüz yüze buluşmak yerine online platformları tercih etme eğilimi giderek artıyor. Bu değişimin nedenlerini, sanal arkadaşlıkların artılarını ve eksilerini, aynı zamanda beraberinde getirdiği tehlikeleri birlikte inceleyelim isterim.
Ergenlerin yüz yüze buluşma yerine online’ı tercih etmelerinin birkaç nedeni olabilir. Birincisi, teknolojinin hızla gelişmesi ve internetin yaygınlaşmasıyla birlikte sanal ortam hem kolay erişilebilir hem de kullanımı kolay bir hale geldi. Artık hemen hemen herkesin bir akıllı telefon veya bilgisayara erişimi var ve bu da online dünyayı daha çekici hale getiriyor.
İkincisi, online platformlar, sosyal etkileşimleri kontrol etme ve filtreleme olanağı sunar. Sanal ortamda, kendilerini daha rahat ifade edebilirler ve sosyal çekingenlikleri veya özgüven eksiklikleri olan bireyler için daha güvenli bir alan oluşmuş gibi hissettirebilir. Ayrıca, internet üzerinden gerçekleşen iletişim, zaman ve mekan sınırlamalarını ortadan kaldırarak, daha fazla esneklik sağlar.
Sanal arkadaşlıkların artılarından biri, çeşitlilik ve farklı kültürlerle tanışma imkanıdır. Online platformlar, farklı bölgelerden insanlarla iletişim kurma ve onların yaşam tarzlarını, düşüncelerini ve deneyimlerini öğrenme fırsatı sunar. Bu, ergenlerin dünya görüşlerini genişletirken empati yeteneklerini geliştirebilir.
Bununla birlikte, sanal arkadaşlıkların bazı eksileri ve tehlikeleri de var.
Birinci eksiklik, yüz yüze etkileşimlerin yerini tutamaması. “Medya Zenginliği Teorisi”ne göre, çevrimiçi etkileşimler arttıkça yüz yüze iletişimleri azalabilir. Gerçek dünyada, göz teması, beden dili ve ses tonu gibi iletişim unsurları sanal ortamda kaybolur ve iletişim karmaşıklaşır.
İkinci eksiklik, sanal arkadaşlıkların yalnızlık hissini artırabilmesidir. “Sosyal İzolasyon Teorisi”, sanal arkadaşlıkların ergenlerin sosyal bağlantılarını zayıflatabileceğini ve yalnızlık hissini artırabileceğini öne sürmektedir. Sanal ortamda, insanlar kendilerini daha izole hissedebilirler ve gerçek bağlantılar yerine yüzeysel ilişkilere yönelebilirler. Bu durum, ergenlerin sosyal becerilerini geliştirmesini engelleyerek sosyal destek ağlarının zayıflamasına neden olmaktadır.
İnternet üzerindeki tanışma platformları, kişisel bilgilerin kötüye kullanılma riskini beraberinde getirebilmekte. Ergenler, online ortamda tanıştıkları kişilerin gerçek kimliklerini doğrulamakta zorlanabilir ve yanlış bilgilendirme veya dolandırıcılık gibi risklerle karşılaşabilir. Bu nedenle 18 yaş altı bireylerin aileleri ile iletişimde kalmaları sağlanmalı ve alan tanınmalıdır.
Pandemi sürecinde ise online eğitim ve üniversite arkadaşlıklarının sanal ortamda başlamasıyla birlikte tüm bu konuştuklarımızın etkilerini daha da belirgin gözlemlemeye başladık. Öğrenciler, yüz yüze etkileşim yerine ekranlar aracılığıyla iletişim kurma zorunluluğuyla karşılaştılar. Bu durum, bazı öğrencilerin sosyal izolasyon ve motivasyon eksikliği gibi sorunlarla mücadele etmelerine neden oldu.
Ergenlerin sanal arkadaşlıkları sağlıklı bir şekilde yönetmeleri için ebeveynler, eğitimciler ve toplum kuruluşları birlikte çalışmalıdır. Bilinçlendirme eğitimleri düzenlemek, sosyal becerilerin geliştirilmesini desteklemek, sınırlar belirlemek, örnek olmak ve destek ağlarını güçlendirmek önemlidir. Bu adımlar, ergenlerin sanal ortamda sağlıklı ve güvenli ilişkiler kurmalarına yardımcı olurken, gerçek dünyadaki bağlantılarını da güçlendirmelerine destek olur.
Unutmayalım ki, teknoloji günlük yaşamımızın ayrılmaz bir parçasıdır, ancak gerçek bağlantılar ve yüz yüze iletişim de insan sağlığı ve mental refahı için hayati öneme sahiptir. Sağlıklı ve dengeli bir şekilde sanal dünya ile gerçek dünya arasında köprüler kurarak, sosyal ve duygusal gelişime katkıda bulunabiliriz.
Terapi, duygusal, zihinsel ve hatta fiziksel sağlığımızın keşfi için önemli bir adımdır.
Psikoloji bilimi, insan zihnini ve davranışlarını anlamak için pek çok teori ve yaklaşım sunar. İnsan zihnini bir buğday tarlasına benzetelim; her bir başak, farklı düşüncelerimizi ve duygularımızı temsil etsin. Terapi süreci, bu tarlayı güzellikle sulayıp besleyerek, olgunlaşmamış düşüncelerimizi ve duygularımızı olgunlaştırmaya yardımcı olur. Böylece, içsel huzurumuzu ve sağlıklı zihinsel yapımızı rüzgarda dans ettiredebiliriz.
Terapiye İhtiyacı Olanlar Kimlerdir?
Herkes hayatında zorluklarla karşılaşabilir, duygusal sıkıntılar yaşayabilir veya çeşitli travmatik olaylarla başa çıkmakta güçlük çekebilir. Terapi almayı düşünmek için kesin bir sebep yoktur, çünkü her bireyin duygusal ihtiyaçları farklıdır. Ancak bazı durumlar, terapi almaya karar verme konusunda dikkate alınması gereken belirtiler olabilir:
Sürekli olarak endişe, hüzün, korku veya öfke gibi yoğun duygularla başa çıkmakta zorlanma.
Ölüm, ayrılık, kazalar gibi travmatik olayların etkilerini işlemekte zorluk yaşama.
Partner, aile ya da arkadaşlarla ilişkilerde tekrarlayan sorunlar yaşama.
Yoğun stres altında kalma ve bunlarla başa çıkmada güçlük çekme.
Özgüven eksikliği, değersizlik duygusu ve kendine inanç konusunda sıkıntılar yaşama.
Kumar, alkol veya madde bağımlılığı gibi kontrol edemediğiniz davranışlar sergileme.
İş veya okul hayatında verimlilikte düşüş veya motivasyon eksikliği.
Terapiye başlamaya karar verme süreci kişiden kişiye değişebilir. Bazıları için bu adım cesaret verici ve olumlu bir deneyimken, diğerleri için korkutucu veya endişe verici olabilir. Terapiye başlamadan önce, karmaşık bir duygu yelpazesine sahip olabiliriz. Merak, umut, korku, kaygı veya belirsizlik hissedebiliriz. Bunlar tamamen normal duygulardır ve kendimizi ifade etmek için güvenli bir alan yaratmak adına terapistimizle bu duyguları paylaşabiliriz.
Terapi sürecine başlamakla ilgili en yaygın korkulardan biri, duygusal açıdan yargılanmak veya zayıf olarak algılanmak olabilir. Ancak unutmayın ki terapistler, destekleyici ve anlayışlı bir şekilde çalışırlar; amaçları, bireyin kendini keşfetme ve anlama sürecini desteklemektir.
Psikoterapinin çeşitli yöntemleri, insanların yaşam kalitesini artırmada ve psikolojik zorluklarla başa çıkmada önemli bir rol oynamaktadır. Örneğin, araştırmalar göstermektedir ki Bilişsel-Davranışçı Terapi (BDT) depresyon tedavisindE oldukça etkili. BDT’nin ortalama 20 oturumda antidepresan ilaçlara kıyasla benzer düzeyde etkili olduğu bulunmuştur (Hollon et al., 2005). Benzer şekilde, anksiyete bozukluklarına yönelik terapilerin (örneğin, maruz bırakma) olumlu sonuçları yüksek oranlarda rapor edilmiştir (Craske et al., 2014).
Albert Ellis’in teorisi, düşüncelerin ve inançların duyguları ve davranışları etkilediği temel prensiplere dayanır. Bu teori, insanların olumsuz düşünce kalıplarını değiştirerek duygusal sıkıntılarını hafifletmeye odaklanır (Ellis, 1962).
Terapötik etkinliğin temel mekanizmalarını anlamak için daha karmaşık ve bütüncül teorilere de başvurulmuştur. Psikanalitik teori, bilinçaltının ve iç dünyanın önemini vurgulayarak, kişilerin geçmiş deneyimlerinin şu anki duygusal sorunlarını nasıl şekillendirebileceğini inceler (Freud, 1915). Bağlanma Teorisi (attachment theory) ise, bireylerin çocukluk dönemindeki bağlanma tarzlarının yetişkinlikteki ilişkilere yansımalarını ele alır (Bowlby, 1969).
Terapiye dair yanlış anlamalar olabilir. Terapistin tüm sorunları çözeceğini ya da danışan yerine seçim yapacağını düşünmek asılsızdır. Rehberlik yaparak bireyin iç görü kazanmasına yardımcı olmaktayız.
Terapi süreci, bireylerin iç dünyasına ışık tutarak, kişisel büyüme ve değişim için önemli bir fırsat sunar.
“Terapi sayesinde duygusal sıkıntılarımı daha iyi anlamaya başladım ve bu zorlu duygularla daha etkili bir şekilde başa çıkabiliyorum. Duygusal istikrarım arttı ve iç huzurumun güçlendiğini hissediyorum.“
“Stresle mücadele konusunda terapi benim için gerçek bir kurtarıcı oldu. Artık stresin altında ezilmiyorum ve yaşam kalitem gözle görülür şekilde yükseldi.”
“Terapi, ilişkilerimdeki sorunlarla yüzleşmemi ve daha sağlıklı bağlar kurmamı sağladı. Şimdi daha tatmin edici ilişkiler kurabiliyorum ve sevdiklerimle daha güçlü bir bağım var.”
“Kendime olan güvenim terapi süreciyle büyük ölçüde arttı. Kişisel gelişimimde önemli adımlar attım ve kendi potansiyelime daha çok inanıyorum.”
“Terapi, günlük yaşamda karşılaştığım sorunları daha etkili bir şekilde çözmeme yardımcı oldu. Sorun çözme becerilerim gelişti ve bu beni daha güçlü kıldı.”
“Uzun süredir mücadele ettiğim depresyon ve anksiyete semptomları terapi süreciyle azaldı. Daha olumlu bir bakış açısı kazandım ve hayata daha umutlu bir şekilde bakıyorum.”
Danışanların bu olumlu deneyimleri, terapinin etkisini ve psikoloji biliminin bize sunduğu güçlü araçların işlevselliğini göstermektedir. Terapi, zihinsel ve duygusal sağlığımızı destekleyen değerli bir süreçtir ve her bireyin yaşam kalitesini arttırmada yardımcı olabilir.
Kim olursak olalım, zorluklarla karşılaşabiliriz. Terapi yaşam boyu bize destek sağlar. Unutmayın, terapi kendinize yatırımdır ve zihinsel sağlığınızı önemsemede ilk adımdır.
İnanışların Psikolojik Boyutu: Soyutluk, Değişkenlik, Gerçeklik Algısı ve Kehanetler
İnsanlar her zaman şans faktörünün hayatlarında önemli bir rol oynadığına inanmışlardır. Şans kavramı, umut, olumlu düşünceler ve beklentiler ile ilişkilendirilir. Bu bağlamda, dört yapraklı yoncanın şans getirdiğine olan inanç yaygın bir folklorik örnektir. Bu yazıda, şans kavramının tanımı üzerine odaklanarak, dört yapraklı yoncanın neden şans getirdiğine inanıldığına dair teorileri ve bu tarz inanışların insan psikolojisini nasıl etkilediğini birlikte inceleyelim.
Şans, olumlu bir sonuç elde etme olasılığının rastgele faktörlere bağlı olduğu bir kavramdır. Şansın temelinde belirsizlik ve tesadüf yatar. İnsanlar, şansa bağlı sonuçlara dair umut ve olumlu beklentilerle motive olabilirler. Şans, bir olayın veya durumun gelişmesindeki tesadüfi faktörlerden kaynaklanan beklenmedik başarı veya fırsatları ifade eder.
Dört yapraklı yoncanın nadir bulunan bir bitki olduğu bilinir. İnsanlar, nadir ve özel olan şeylerin şans getirdiğine inanma eğilimindedir. Bu nedenle, dört yapraklı yonca eşsizliği ve nadirliği nedeniyle şans sembolü olarak kabul edilir. İnandıkları şeylerin gerçekleşme olasılığını artırdığına inanırlar. Dört yapraklı yonca, yıllar boyunca şans sembolü olarak kabul edilmesiyle insanların zihinlerinde güçlü bir inanç sistemine sahip olmuştur. İnançlar, bizlerin motivasyonunu ve davranışlarını etkileyebilir.
Şansa olan inanç, bireylerin özgüvenlerini de yükseltebilir, şans faktörünün var olduğuna inanarak daha iyimser ve olumlu bir bakış açısı geliştirebilirler. Bu da insanların hem zorluklarla başa çıkmaya daha istekli olmalarını hem de hedeflerine ulaşma konusunda daha fazla çaba sarf etmelerini sağlayabilir.
Stres düzeyimizi azaltabilir ve belirsizlikle karşılaştığımızda şansa güvenerek daha az endişelenme eğiliminde olmamıza yarar. Şans sembollerine odaklanmak sizi de olumsuz duygulardan uzaklaştırarak stresle daha iyi başa çıkmanızı sağlar mı?
Unutmayalım ki, şansın gerçekliği bilimsel olarak kanıtlanmamış bir konudur, bireylerin inanç sistemleri ve kültürel arka planlarına bağlıdır. Herkesin şansa olan inancı farklı olabilir ve her zaman pozitif sonuçlar getireceği garantisi yoktur. Ancak, şansa olan inanç, insanların ruh halini, davranışlarını ve yaşam deneyimlerini etkileyebilecek güçlü bir psikolojik faktördür.
İnanışlar, soyut kavramlar olarak kabul edilir çünkü somut bir gerçekliği doğrudan temsil etmezler. Psikoloji literatüründe, soyut düşünme ve soyut kavramlarla ilişkili olarak bilişsel süreçler üzerine birçok araştırma yapılmıştır. Örneğin, Bargh ve Chartrand’ın (2000) yaptığı bir çalışmada, insanların bilinçaltında aktive olan soyut kavramların (örneğin “yaşlılık” veya “naziklik”) davranışları üzerinde etkili olabileceğini göstermiştir.
İnanışlar zaman içinde değişebilir, bu değişkenlik bilişsel esneklik kavramıyla ilişkilendirilir. Bilişsel esneklik, bireylerin yeni bilgilere dayanarak düşüncelerini değiştirebilme ve esnek davranabilme yeteneğidir. Araştırmalar, insanların yeni deneyimler yaşadıkça inançlarını güncellediğini ve değiştirdiğini göstermektedir (Plous, 1993)
İnsanlar bazen inançlarını gerçeklikle karıştırabilir ve kesin gerçeklik olarak algılayabilirler. Psikolojide, bu fenomen “gerçeklik algısı” veya “inancın gerçeklik sanılması” olarak bilinir. Araştırmalar, insanların zihinsel modellerini gerçek dünyadaki olaylarla uyumlu hale getirmek için çaba gösterdiklerini ve inançlarını kesin gerçek olarak algılayabileceklerini göstermektedir (Johnson-Laird, 1983).
İnanışlar, bazen insanların bedensel deneyimleriyle ilişkilendirilebilir ve fiziksel beden duyumlarına dönüşebilir. Bu durum, somatoform belirti bozuklukları ve nocebo etkisi gibi fenomenlerle ilgili araştırmalarda incelenmiştir. Örneğin, kişi negatif bir inanışa sahip olduğunda vücutta fiziksel semptomlar (örneğin, baş ağrısı veya mide bulantısı) ortaya çıkabilir (Barsky, 2014).
Peki ya gerçekleşen kehanetler? Genellikle doğrulama yanlılığı (confirmation bias) ve selektif hatırlama gibi bilişsel önyargılarla ilişkilendirilir. İnsanlar, kehanetlerin gerçekleştiğini düşündükleri durumları hatırlamaya daha yatkındır ve gerçekleşmeyen kehanetleri kolayca unutabilirler (Nickerson, 1998).
İnanışların soyutluğu, değişkenliği, gerçeklik algısı ve beden duyumuna dönüşmesi gibi konular inanç sistemlerimizi ve bu inançların psikolojik etkilerini anlamak için önemli bir temel oluşturmaktadır. İnançların gerçekliği tamamen bilimsel olarak kanıtlanmış olmasa da, insanların bilişsel süreçlerini, davranışlarını ve algılarını etkileyebilecek güçlü bir etkiye sahip olduklarını gösteren bulguları sizinle paylaşmak istedim. Düşünce ve yorumlarınızı dilediğiniz zaman benimle paylaşmanızdan memnuniyet duyarım.
Barbie filmi henüz gösterime girmeden çokça konuşulmaya başlandı. Bu gibi yapıtların günümüzdeki popülaritesi sosyal medyanın kamçıladığı merak duygusunun bir sonucu gibi.
Barbie Filmi, nostalji ve anılar aracılığıyla birçok kişinin duygusal bağ kurduğu bir yapıt. Nostalji, insanların geçmişe dönük bağlamda duygusal açıdan etkilenmesine neden olur, böylelikle filmi yeniden hatırlamaya ve izlemeye yönlendirilirler. Aklıma Özdeşleşme Kuramı da gelmekte; izleyicilerin filmin karakterleriyle özdeşleşerek duygusal bağlar kurduğunu ve filmin mesajlarını benimsediğini düşünmekteyim.
Sosyal medyanın gücü, filmle ilgili içeriklerin henüz gösterime girmeden hızla yayılmasına ve oldukça geniş bir kitleye ulaşmasına olanak tanıyor. Sosyal medya fenomenlerinin ve ünlülerin film ile ilgili paylaşımları da filmin konuşulmasına katkıda bulunuyor.
Sosyal medyanın günlük yaşamımızı sürekli olarak etkilemesi, herkesin en yeni ve popüler olan şeylere hızla ulaşma isteğini beslemekte. Barbie gibi popüler yapıtlar da, sadece konuşulduğu için gitmek isteğiyle karşı karşıya kalabilir. Merak duygusu, insanları yeni ve ilgi çekici şeyler keşfetmeye yönlendirir. Sosyal medyanın etkisiyle, bir şeyin popüler olması insanların dikkatini çekebilir ve bu merak duygusunu tetikleyebilir. Merakın aşırı uyarılması, kişileri sürekli bir aceleci yaklaşıma itebilir ve yüzeysel deneyimler yaşamalarına neden olabilir.
Sosyal medyada popüler olan kişi veya kurumların filmin değerini artırabileceğinin kanıtı olan bu durum, kişiler filmi beğenmediğinde nasıl sonuçlanır birlikte göreceğiz 🙂 Sosyal medyada trend olan içeriklerin etkisine kapılmak yerine, kendi özgün deneyimlerimize değer vermek, daha derinlemesine memnuniyet ve kişisel tatmini artırabilir.
Bu film ile ilgili beni düşündüren diğer bir nokta da cinsiyet normları. Çeşitli araştırmalar, cinsiyet normlarının çocukların ilgi ve oyuncak seçimleri üzerindeki etkisini göstermektedir. Cinsiyet normlarına dayalı olarak belirlenen oyuncaklar, çocukların ilgi ve yeteneklerini sınırlayabilir. Bu nedenle, ebeveynlerin, öğretmenlerin ve toplumun, çocukların özgürce ilgi alanlarını keşfetmelerine ve kendilerini ifade etmelerine destek olması gerekliliğini hatırlatmak isterim.
Her bireyin ilgi ve hobilerini özgürce seçme hakkı olduğunu biliyoruz. Her bir sinema salonunda umuyorum ki erkek izleyici sayısı da oldukça fazla olur ve yargılanmaz. Barbie Filmi gibi yapıtlar, cinsiyet rollerinin ötesinde herkesin ilgisini çekebilir yapıtlardır. Barbie ile oynamak veya Barbie gibi filmlere ilgi duymak gibi aktivitelerin sadece kız çocuklarına veya kadınlara özgü olması düşüncesi, çocukların özgürce gelişmesini ve kendilerini ifade etmelerini engellemektedir. Bireyler pembe giyinmek isteyebilir, Barbie ile fotoğraf çekilmek isteyebilir ve filme hayranlık duyabilir, cinsiyetlere ya da cinsel yönelimlere dair bir veri sunmaz.
Barbie Filmi gibi yapıtlar, çocukların da yetişkinlerin de yaratıcılıklarını ve duygusal zekalarını geliştirmelerine yardımcı olacaktır. Bu tür aktiviteler, onların empati kurma becerilerini, sosyal ilişkilerini ve hayal güçlerini güçlendirirken, oyunlar aracılığıyla kendilerini ifade etmelerini de sağlayabilir.
Cinsiyet rollerine dayalı beklentiler, bireylerin özgün potansiyellerini engelleyebilir. Toplumun, cinsiyet normlarına bağlı kalmadan her bireye eşit fırsatlar ve özgürlükler tanıması, daha hoşgörülü ve adaletli bir dünyanın temelini oluşturur.
Barbie filminin fragman gösterimi aşamasındaki psikolojik etkileri ve cinsiyet normlarına dair düşüncelerimi ele aldığım bu yazıyı filmi izledikten sonra sürdürmeye devam edeceğim. Sizin yorumlarınız ve deneyimleriniz benim için önemli, lütfen sizler de düşünce ve paylaşımlarınızı filmi izledikten sonra yorumlar kısmından paylaşın.
Havaların ısınmasıyla birlikte insanların daha sosyal hale geldiğini ve aşık olma eğilimlerinin arttığını sizler de fark ediyor musunuz?
Aşk, insanların en temel duygusal deneyimlerinden biri olarak kabul edilir ve yüzyıllardır üzerine birçok araştırma yapılmıştır. Gelibolu Yarımadası’nda çıkan arkeolojik buluntular, aşkın insanlık tarihi boyunca var olduğunu göstermektedir. Peki, aşk nedir?
Yakınlık teorisi, aşkın temelinde insanlar arasındaki duygusal, fiziksel ve sosyal yakınlığın yattığını ileri sürer. İnsanlar, birbirlerine yakın oldukça, duygusal bağlarını güçlendirir ve aşkı deneyimleme olasılıkları artar. Bu teori, aşkın zamanla gelişebileceğini ve uzun süreli ilişkilerde temel bir rol oynadığını göstermektedir.
Bağlanma teorisi ise aşkın temelinde güven ve bağlanma duygusunun yer aldığını öne sürer. İnsanlar, bebeklik döneminde ebeveynleriyle kurdukları güvenli bağlanma ilişkilerini romantik ilişkilerinde de ararlar. Güvenli bir bağlanma stiline çocukluk döneminde sahip olan bireyler, daha sağlıklı ilişkiler kurma eğilimindedir.
Aşkın psikolojik boyutunun yanı sıra, beyin ve hormonlar da aşkı etkileyen faktörler arasındadır. Beyindeki nörotransmitterler, özellikle dopamin, norepinefrin ve serotonin, aşk duygusunu güçlendiren kimyasallardır. Dopamin, ödül ve zevk hissiyle ilişkilendirilirken; norepinefrin, heyecan ve enerjiyi artırır. Serotonin ise duygusal bağlanma ve istikrarla ilişkilendirilir. Bu kimyasallar, aşık olduğumuzda ortaya çıkan heyecan, mutluluk ve bağlanma hissiyle ilişkilendirilir.
Aşk, insanların hayatında büyük bir rol oynar. Ruh halimizi, davranışlarımızı ve sosyal ilişkilerimizi etkiler. Romantik bir ilişkide olmanın psikolojik iyi oluşa katkı sağladığı birçok araştırma tarafından desteklenmiştir. Örneğin, romantik ilişkisi olan bireyler genellikle daha düşük stres seviyelerine ve daha yüksek bir yaşam tatmini düzeyine sahiptirler.
Ergenlik dönemi, duygusal ve sosyal değişimlerin en yoğun yaşandığı dönemdir. Ergenlik kimliklerimizi keşfettiğimiz ve bağımsızlık arayışında olduğumuz zamanlardır. Bu dönemde bireyler romantik ilişkileri deneyimlemek isteme eğilimindedirler. Ergenlik döneminde ‘aşk’ özgüveni artırma, sosyal becerileri geliştirme ve kişisel kimlik oluşumuna katkı sağlama gibi önemli bir rol de oynayabilmektedir. Bu dönemdeki partnerlik ilişkileri genellikle yoğun ve duygusal olabilir, çünkü ergenler duygusal açıdan daha hassas hale gelir.
Yetişkinlik döneminde aşk, romantik ilişkilerin temel bir unsuru olmaya devam eder. Kişinin kendini ifade etme, destek alma, güven duyma ve birlikte büyüme gibi ihtiyaçlarını karşılayabilir. Ayrıca, romantik ilişkilerin yetişkinlerin sağlıkları üzerinde olumlu etkileri olduğu, stres seviyelerini azalttığı ve duygusal refahlarını artırdığı da gözlemlenmiştir.
Aşkın evrimsel boyutunu anlamak için ise evrimsel psikolojiye başvuralım. Aşkın, insanların çiftleşme ve üreme süreçlerindeki evrimsel avantajlardan kaynaklandığını ileri sürerler. Cinsel çekim duygusu, genetik çeşitlilik ve sağlıklı nesillerin üretilmesine katkıda bulunması örneklerdendir.
Aşk, farklı şekillerde ortaya çıkabilir. Sternberg’ün üç bileşenli aşk modeli, aşkı; tutku, bağlılık ve yakınlık olmak üzere üç bileşene ayırır. Tutku ağırlıklı bir aşk, romantik bir ilişkinin başlangıcında yaygınken, bağlılık ve yakınlık ağırlıklı bir aşk, uzun süreli bir ilişkinin temelini oluşturabilir.
Aşkın tam olarak ne olduğunu ve nasıl işlediğini anlamak için daha fazla çalışmaya ihtiyaç var gibi..
Son yıllarda popülerlik kazanan tanışma uygulamaları (dating apps) da aşkın psikolojik boyutunu etkileyen bir faktördür. Bu uygulamalar, insanların daha geniş bir potansiyel partner havuzuna erişmesini sağlar, ancak aynı zamanda ilişkilerin yüzeysel olmasına ve seçeneklerin fazlalığından dolayı kararsızlık yaşanmasına da neden olabilir. Araştırmalar, tanışma uygulamalarının insanların romantik ilişki kurma sürecini değiştirdiğini göstermektedir, ancak bu uygulamaların uzun vadeli ilişkilere olan etkileri hala tartışmalıdır. Farklı cinsel yönelimler ve açık ilişki modelleri aşkın ve ilişkilerin yapısını anlamak için daha fazla araştırma yapmayı gerektirir.
Unutmayın, aşk kişiden kişiye değişen bir deneyimdir ve her birey aşkı farklı şekillerde deneyimleyebilir. Terapide bireysel deneyimlerimizi dikkate almamız gerektiğini sık sık hatırlatırım. Aşkı keşfetmek, biricik bir yolculuktur.
DSM-5’e göre, öfke temel bir insan duygusu olup, belirli bir tetikleyici duruma veya düşünceye karşı tepki olarak ortaya çıkar. Ancak, öfkenin anormal seviyelere ulaştığı durumlar da vardır. Örneğin, İntermittant Patlayıcı Bozukluk, öfkenin kontrolü kaybettirdiği anları içerir, fiziksel veya sözel saldırganlıkla sonuçlanabilir.
Öfke problemleri çeşitli semptomlarla kendini gösterebilir: düşmanlık hissi, tahammülsüzlük, gerginlik, aniden yükselen öfke patlamaları, fizyolojik tepkiler (artan kalp atışı, terleme) ve sosyal ilişkilerde sorunlar.
Öfke problemlerinin temelinde birden fazla faktör yatabilir. Genetik yatkınlık, çocukluk deneyimleri, travmatik olaylar, genetik kimyasal dengesizlikler ve stres gibi etkenler öfke sorunlarını tetikleyebilir. Ayrıca, öfkeyi bastırma veya ifade edememe de sorunlarınızı derinleştirebilir.
Gizli sebepleri anlamak da önemlidir. Örneğin, düşük özsaygı, kontrol kaygısı veya duygusal travmalar, öfkenin altında yatan nedenler olabilir. Terapi sürecinde bu gizli sebepleri açığa çıkararak öfkeyi yeniden tanımlamayı hedeflerim.
Öfke yönetimi, öfkenizi zarar verici sonuçlara yol açmadan etkili bir şekilde yönetebilmeyi içerir. Kognitif Davranışçı Terapi (KDT) / Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT) öfkeye yol açan düşünce kalıplarını tanımlamayı ve değiştirmeyi amaçlar.
Duygusal farkındalık ve gevşeme teknikleri de öfke yönetiminde etkili olabilir. Meditasyon, derin nefes alma ve progressif kas gevşetmesi gibi teknikler, öfke anında tepkileri düzenlemede yardımcı olabilir.
Öfke yönetimi, sadece bireysel sağlık için değil, aynı zamanda toplumsal uyum ve ilişkiler için de önemlidir, aile içi şiddet, işyeri anlaşmazlıkları ve sosyal çatışmalara yol açabilir. Bu nedenle, bireylerin öfke yönetimi becerilerini geliştirmesi, genel toplumsal refahı da artıracaktır. Öfke bireyden bireye nedensel ve sonuçsal olarak farklılık gösterebilir, ancak, psikoloji bilimi sayesinde öfkeyi anlamak ve etkili bir şekilde yönetmek mümkündür.
Eğitim ve farkındalık da önemlidir. Okullarda ve iş yerlerinde öfke yönetimi eğitimleri, bireylerin duygusal zekalarını geliştirmelerine ve tepkiselliklerini azaltmalarına yardımcı olabilir. Ayrıca, medya ve kültürel etkiler de öfke algısını etkileyebilir; bu nedenle, medyanın sorumlu bir şekilde öfkeyi ele alması önemlidir.
Tatillerde uzun süreli veya gün içinde evcil hayvanlarımızı bırakmak zorlayıcı bir deneyim olabilmekte. Bu yazıda, bu zorlukları anlamak ve psikoloji temelli bilimsel verilerle desteklenen önerilere odaklanacağız.
Bir hayvanın bakımını üstlenmek ve onunla vakit geçirmenin psikoloji üzerindeki bazı olumlu etkilerini konuşarak başlayalım mı?
“Stresin etkilerini azaltan bir evcil hayvana sahip olmak, insanlarda daha düşük kortizol seviyeleri, daha düşük tansiyon ve daha düşük kalp hızıyla ilişkilendirilmiştir. Evcil hayvanlarla etkileşim, stresle başa çıkma mekanizmalarını geliştirir ve ruh halini düzeltir.” (Beetz, Uvnäs-Moberg, Julius, & Kotrschal, 2012)
“Hayvanların varlığı, sosyal destek sağlar ve birçok insan için duygusal bağ oluşturur. Evcil hayvan sahipleri, hayvanlarının onlara sevgi ve destek sunduğunu hisseder ve bu da psikolojik iyilik hallerine katkıda bulunur.” (Herzog, 2011)
“Evcil hayvanlar, sosyal etkileşimi artırır ve insanlar arasında iletişimi kolaylaştırır. Örneğin, köpek sahipleri yürüyüşe çıktıklarında diğer köpek sahipleriyle etkileşim kurabilir ve bu, sosyal bağları güçlendirir.” (Wood, Giles-Corti, & Bulsara, 2005)
“Hayvanlarla etkileşim, serotonin ve oksitosin seviyelerini artırır ve psikolojik iyilik hallerini destekler. Evcil hayvan sahipleri, hayvanlarıyla zaman geçirdiklerinde daha mutlu hisseder ve depresyon ve anksiyete semptomlarının azaldığını bildirir.” (McNicholas & Collis, 2000)
Bu veriler, evcil hayvan sahipliğinin psikoloji üzerinde olumlu etkileri olduğunu göstermektedir. Evcil hayvan sahipliği terapötik bir yöntem olarak da kullanılmakta ve psikoterapi süreçlerine destek sağlayabilmektedir.
Ayrılma Kaygısı ve Duygusal Bağlantı Evcil hayvanlarımızla aramızda güçlü bir duygusal bağ vardır ve ayrılma kaygısı gibi duygusal zorluklar yaşayabiliriz.
Psikolojik olarak, ayrılık kaygısı genellikle “ayrılık anksiyete bozukluğu” olarak adlandırılan bir durumla ilişkilendirilir. Bu bozukluk, DSM-5 (Amerikan Psikiyatri Derneği’nin Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı) tarafından tanınan bir bozukluktur. Bu bozukluğa sahip olan kişiler, evcil hayvanlarından ayrı kaldıklarında aşırı endişe ve stres yaşayabilirler.
Ayrılık kaygısı birçok farklı etkene dayanabilir. Çocukluk dönemindeki aile dinamikleri ve yetişme tarzıyla ilişkilendirilebilir. Araştırmalar, çocukluk döneminde güvensiz bağlanma tarzına sahip olan bireylerin, yetişkinlikte ayrılık kaygısı yaşama olasılığının daha yüksek olduğunu göstermiştir.
Örneğin, aşırı koruyucu ve aşırı bağımlı bir ebeveynlik tarzı, çocuğun bağımsızlık duygusunu engelleyebilir ve onun ayrılık kaygısını artırabilir. Bu tarzda yetişen bireyler, ileriki yaşamlarında da başkalarına olan güvenlerini kolayca sürdüremeyebilir ve ayrılık kaygısı yaşama eğiliminde olabilirler.
Evcil hayvanlar, birçok insan için sadakat, sevgi ve destek kaynağıdır. Onlarla olan bağlarımız, güvenli bir bağlanma duygusu oluşturabilir ve onları ailemizin bir parçası hissetmemize yol açabilir. Bu nedenle, evcil hayvanlardan ayrılmak, bazı insanlar için güçlü bir duygusal stres kaynağı haline gelebilir.
Evcil hayvanlarımızın bize olan ihtiyacı düşüncesi de ayrılık kaygısını etkileyebilir. Birçok insan, evcil hayvanlarının kendilerine bağımlı olduğunu düşünür ve onları terk etmek veya yalnız bırakmak konusunda suçluluk duygusu yaşayabilir. Bu düşünce, ayrılık kaygısının artmasına katkıda bulunabilir.
Evcil hayvan sahipleri, evcil hayvanlarıyla bir bağ oluşturur, bu bağ ve güvenlik duygusu, ayrılık anında zedelenebilir ve ayrılık kaygısına neden olabilir. Bu kaygı, evcil hayvanımızın bakımını başkasına emanet ettiğimizde daha da artabilir. Ancak, aşağıdaki stratejileri kullanarak bu kaygıyı hafifletebiliriz:
Evcil hayvanınızla olan ayrılıkları kademeli olarak artırarak onu alıştırmaya çalışın. Kısa süreli ayrılıklarla başlayın ve süreyi zamanla artırın.
Evcil hayvanınızın güvende olduğunu bildiğinden emin olun. Onlara rahat bir alan sağlayın ve güvende olduklarını hissettirecek oyuncaklar veya eşyalarla çevreleyin.
Evcil hayvanınızın ayrılık anında ne zaman gerçekleşeceğini öngörmelerine yardımcı olacak işaretler oluşturun. Örneğin, her ayrılma öncesi belirli bir işareti kullanabilirsiniz.
Evcil hayvanlarımızı bırakacağımız bakıcıyı dikkatlice seçmek önemlidir. Güvendiğimiz, hayvanlarla iyi iletişim kurabilen birini tercih etmek, kaygımızı azaltabilir.
Evcil hayvanımızı bırakacağımız yer veya bakıcı ile önceden tanışmak, hem bizim hem de hayvanımızın rahatlamasına yardımcı olabilir. Bu tanışma sürecinde, bakıcıyla iletişim kurmamıza ve beklentilerimizi paylaşmamıza olanak sağlar.
Evcil hayvanımızı bırakacağımız yerde bir geçiş dönemi oluşturmak, adaptasyon sürecini kolaylaştırabilir. Önceden belirlenmiş zaman dilimlerinde hayvanımızı bırakacağımız yerde bırakarak, onun yeni ortama alışmasını sağlayabiliriz.
Evcil hayvanınızı işe/kahveye gitmeden önce iyi bir egzersiz seansıyla yorarak enerjisini boşaltmasını sağlayın. Bu, onları daha sakin ve rahatlatıcı bir ayrılık sürecine hazırlayabilir.
Evcil hayvanınıza net bir rutin ve sınırlar sağlamak, onlara güvende olduklarını hissettirebilir. Bu, ayrılık anında daha az kaygı yaşamalarına yardımcı olabilir.
Kendi Duygusal İhtiyaçlarımızı Yönetmek Evcil hayvanlarımızı bırakırken, kendi duygusal ihtiyaçlarımızı da göz önünde bulundurmak önemlidir. Ayrılma kaygınızı yönetmek için aşağıdaki önerileri dikkate alabilirsiniz:
Ayrılma kaygısını anlamak, başa çıkma sürecinde önemlidir. Ayrılma kaygısının belirtilerini ve nedenlerini öğrenmek, duygularınızı anlamanıza ve yönetmenize yardımcı olabilir.
Ayrılma kaygısı genellikle güvensiz bağlanma ile ilişkilidir. Kendinizi güvende hissetmenizi sağlayacak sağlıklı ve destekleyici ilişkiler kurmaya çalışın.
Kendinize zaman ayırmak, kendi ihtiyaçlarınızı ve duygusal refahınızı önemsemek anlamına gelir. Kendi ilgi alanlarınıza yönelin, hobiler edinin ve kendinize iyi bakın. Bu, bağımsızlık duygusunu güçlendirebilir ve ayrılma kaygısını hafifletebilir.
Kendinizi güçlü hissetmek, ayrılma kaygısını yönetmek için önemlidir. Kendi iç kaynaklarınızı güçlendirmek için meditasyon, derin nefes alma, gevşeme teknikleri veya yoga gibi stres azaltıcı aktiviteleri deneyebilirsiniz.
Ayrılma kaygısıyla başa çıkmak için yavaş ve kademeli olarak ayrılma deneyimlerine maruz kalmak etkili olabilir. Örneğin, kısa süreli ayrılıklarla başlayarak zamanla süreyi artırabilirsiniz. Bu, kaygı seviyelerinizi azaltmaya yardımcı olabilir.
Evcil hayvanımızı bıraktıktan sonra, bakıcımızla iletişimi sürdürmek önemlidir. Güncellemeler almak, fotoğraflarını görmek ve onun iyi olduğunu bilmek duygusal olarak bizi rahatlatabilir.
Ayrılık kaygısı ciddi bir sorun haline gelirse, bir klinik psikolog veya terapistten destek almak önemlidir. Profesyonel yardım, bireysel ihtiyaçlarınıza göre daha uygun ve etkili stratejiler sunabilir.
Unutmayın, her bireyin deneyimleri ve ihtiyaçları farklı olabilir. Size en uygun olan yöntemleri deneyerek kendi kişisel yolunuzu bulmanız önemlidir.
🐾❤️
Kaynaklar:
Beetz, A., Uvnäs-Moberg, K., Julius, H., & Kotrschal, K. (2012). Psychosocial and psychophysiological effects of human-animal interactions: The possible role of oxytocin. Frontiers in Psychology, 3, 234.
Herzog, H. (2011). The impact of pets on human health and psychological well-being: Fact, fiction, or hypothesis? Current Directions in Psychological Science, 20(4), 236-239.
McNicholas, J., & Collis, G. M. (2000). Dogs as catalysts for social interactions: Robustness of the effect. British Journal of Psychology, 91(1), 61-70.
Wood, L., Giles-Corti, B., & Bulsara, M. (2005). The pet connection: Pets as a conduit for social capital? Social Science & Medicine, 61(6), 1159-1173.
Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (ADHD) tanısı olan biri iseniz, ya da bir yakınınız ADHD tanısı almış ise bu yazı karşınıza çıktığında çok sevindiniz, biliyorum!
Bayram öncesi tatil planlarınız yapıldı ise şimdi sıra bavul toplamakta. Bu nedenle ADHD sahibi kişilerin yakın zamandaki seyahatlerinde bavul hazırlama sürecinde karşılaşabilecekleri zorluklar hakkında konuşalım istiyorum.
Siz veya sevdikleriniz ADHD ile yaşıyorsanız ve bir yolculuk planlıyorsanız endişelenmeyin, size pratik ipuçları sunacağım. Bavulunuzu hazırlamak ve yolculuğa rahatlıkla adım atmak için hazır mısınız? Öyleyse başlayalım!
KESİN BİR ŞEY UNUTTUM, İÇİMDE BİR ŞEY UNUTTUĞUMA DAİR BİR HİS VAR!
ADHD sahibi bireylerin planlama ve organizasyon becerileri bazen sınırlı olabilir. Bavul hazırlama sürecinde sıkıntı yaşamamak için aşağıdaki adımları takip edebilirsiniz:
Yolculuk için yapmanız gerekenleri listeleyin ve adım adım ilerleyin. Böylece unutma riskini azaltabilirsiniz.
Seyahatten önce ne giyeceğinizi ve neye ihtiyacınız olduğunu düşünün. Kombinleri önceden planlayarak zaman kazanabilirsiniz.
Eşyalarınızı organize etmek için etiketler veya işaretlemeler kullanabilirsiniz. Bu, bavulunuzu düzenlemenize ve gereksiz stresi azaltmanıza yardımcı olur.
İlaçlarınızı unutmayın! Eğer düzenli olarak ilaç kullanıyorsanız, yeterli miktarda almanız ve kolay erişilebilir bir şekilde saklamanız önemlidir.
Kişisel bakım ürünlerinizi kolayca erişebileceğiniz bir çanta veya kılıf kullanarak düzenleyin.
Günlük rutinde ihtiyaç duyduğunuz başka neler var? Sık sık yemek yemeniz gerekiyor ise atıştırmalıklarınızı yanınızda bulundurun veya rahatsız edici seslere karşı kulaklıklarınızı hazır tutun.
ADHD’ye sahip bireyler için zaman yönetimi zorlayıcı olabilir. Seyahat sırasında zamanı daha verimli kullanmak için aşağıdaki ipuçlarını deneyebilirsiniz:
Yolculuk gününde erken kalkın, sakin bir şekilde hareket etmenize ve acele etmemenize yardımcı olur.
Uçuş veya tren saatlerine göre hareket etmek, geç kalmaktan veya zaman baskısından kaçınmanıza yardımcı olur.
Uçuş veya tren gibi bekleme sürelerini değerlendirmek için bir kitap, dergi, müzik veya oyun gibi etkinliklerle kendinizi meşgul edin.
ADHD ile yaşarken, seyahat etmek bazen zorlu olabilir, ancak bu zorluklarla başa çıkmanın yolları vardır. Planlama, organizasyon, temel ihtiyaçların karşılanması ve zaman yönetimi gibi stratejileri uygulayarak, bavul hazırlama sürecini daha kolay ve stresten uzak hale getirebilirsiniz.
Unutmayın, her yolculuk deneyimi farklıdır ve kendinizi tanıyarak size en uygun yöntemleri bulabilirsiniz. Yolculuklarınız keyifli, sorunsuz ve unutulmaz olsun! ✈️🌍
Şema Terapi, kişinin çocukluk döneminde oluşan olumsuz deneyimlerin, inançların ve kalıpların günümüzdeki duygusal sorunlarını nasıl etkilediğini anlamaya ve değiştirmeye yönelik bir psikoterapi yaklaşımıdır.
Jeffrey E. Young tarafından geliştirilen Şema Terapi; bilişsel, davranışçı ve psikanalitik yaklaşımları birleştirerek ortaya çıkmıştır.
Şema Terapinin temel amacı, kişinin “şemalar” olarak adlandırılan olumsuz inanç ve duygusal kalıpları fark etmesini, bunları sorgulamasını ve dönüştürmesini sağlamaktır. Şemalar, çocukluk dönemindeki olumsuz deneyimler sonucunda oluşan kalıplardır ve yetişkinlikte duygusal sorunlara, sağlıksız ilişkilere ve davranışlara yol açabilir.
Terapist, kişinin geçmişteki deneyimlerini ve olumsuz inançlarını anlamasına yardımcı olurken, kişinin içsel dünyasını ve mevcut duygusal tepkilerini keşfetmesine, duygusal ihtiyaçlarını anlamasına ve bu ihtiyaçları karşılamak için sağlıklı stratejiler geliştirmesine odaklanır.
Şema Terapinin amacı, kişinin sağlıklı benlik kavramını güçlendirmek, sağlıklı ilişkiler kurmak, duygusal ihtiyaçlarını karşılamak ve daha memnun bir yaşam sürdürmek için gerekli olan bilinçli seçimleri yapmasını sağlamaktır. Terapi süreci, kişinin kendini tanımasını, duygusal olarak büyümesini ve içsel kaynaklarını harekete geçirmesini destekler.
Şema Terapi, depresyon, anksiyete, kişilik bozuklukları, ilişki sorunları, öfke problemleri, bağımlılık ve yeme bozuklukları gibi çeşitli psikolojik sorunların tedavisinde etkili bir yaklaşım olarak kullanılmaktadır.
Şemalar, kişinin kendisine, diğer insanlara ve dünyaya dair tutum ve inançlarını etkiler. Modlar ise şemaların yanı sıra kişinin anlık duygu, düşünce ve davranışlarını etkileyen geçici durumlar ve alt kişilikler gibidir. Modlar, kişinin farklı rolleri ve tepkilerini temsil eder diyebiliriz.
Şema Terapi’de toplamda 18 mod ve 18 şema bulunmaktadır. Terapi sürecinde, kişinin özel durumuna ve ihtiyaçlarına göre bu modlar ve şemalar üzerinde çalışılır.
Özgürleştirici Yetişkin Modu: Bu mod, kişinin olgun, özgür ve sağlıklı bir şekilde düşünebilme, hissedebilme ve davranabilme yeteneğini temsil eder. Bu mod aktif olduğunda, kişi kendi ihtiyaçlarını tanır, sınırlarını korur ve sağlıklı ilişkiler kurabilir.
Çocuksu Mod: Bu mod, kişinin çocuksu hissettiği, duygusal olarak hassaslaştığı ve geçmiş deneyimlerinden etkilendiği bir durumu temsil eder. Bu modda, kişi geçmişte yaşadığı travmalar veya ihmal nedeniyle olumsuz duyguları deneyimleyebilir.
İçsel Çocuk Modu: Bu mod, kişinin içsel çocuğunu temsil eder. Bu modda, kişi hassas, savunmasız, sevgiye ihtiyaç duyan ve ilgi bekleyen bir durumu deneyimleyebilir. İçsel çocuk modu, sevgi, kabul ve şefkat ihtiyacını ifade eder.
Ebeveyn Modu: Bu mod, kişinin içsel ebeveyn figürünü temsil eder. Bu modda, kişi kendini koruyucu, otoriter veya destekleyici bir rolde bulabilir. Ebeveyn modu, başkalarına yardım etme veya kontrol etme isteğini ifade eder.
Eleştirel Ebeveyn Modu: Bu mod, kişinin kendine ve başkalarına eleştirel ve otoriter bir şekilde davrandığı durumu temsil eder. Bu modda, kişi kendini sürekli eleştirir, suçlar ve başkalarına aşırı eleştirel bir şekilde yaklaşır.
İçsel Çocuk Ebeveyn Modu: Bu mod, kişinin hem içsel çocuk hem de içsel ebeveyn modlarının aynı anda etkin olduğu bir durumu ifade eder. Bu modda, kişi hem sevgi ve ilgi beklerken hem de başkalarına rehberlik etmeye veya korumaya çalışır.
İçsel Eleştirmen Modu: Bu mod, kişinin kendini sürekli eleştirdiği, kendi kendine suçlar ve olumsuz düşüncelere kapıldığı bir durumu temsil eder. İçsel eleştirmen modu, kişinin kendini değersiz hissetmesine ve düşük özgüvene neden olabilir.
Kurtarıcı Modu: Bu mod, kişinin başkalarını kurtarmak veya sorunlarını çözmek için aşırı sorumluluk aldığı bir durumu ifade eder. Kurtarıcı modu, kişinin başkalarının ihtiyaçlarını öncelemesi ve kendi sınırlarını ihmal etmesine yol açabilir.
Saldırgan Modu: Bu mod, kişinin öfke, saldırganlık ve intikam duygularıyla hareket ettiği bir durumu temsil eder. Saldırgan modu etkin olduğunda, kişi başkalarına zarar verme veya kendini savunma eğiliminde olabilir.
İçsel Yalnızlık Modu: Bu mod, kişinin içsel olarak yalnız hissettiği ve sosyal bağlantılara ulaşmakta zorlandığı bir durumu ifade eder. İçsel yalnızlık modu, kişinin kendini izole etmesine ve bağlantı kurmaktan kaçınmasına neden olabilir.
Başarısızlık Modu: Bu mod, kişinin sürekli olarak başarısızlık ve beceriksizlik hissi yaşadığı bir durumu temsil eder. Başarısızlık modu etkin olduğunda, kişi kendini yetersiz hisseder, hedeflerine ulaşmaktan kaçınır veya başarısız olacağını düşünür.
İçsel Kaos Modu: Bu mod, kişinin iç dünyasında bir kaos hissi yaşadığı bir durumu ifade eder. İçsel kaos modu, düşüncelerin dağınık olduğu, duyguların yoğun ve kontrol edilemez olduğu bir durumu ifade eder.
Engellenme Modu: Bu mod, kişinin hedeflerine ulaşmaktan engellendiği veya başarısız olduğu bir durumu temsil eder. Engellenme modu, kişinin umutsuzluk, hayal kırıklığı ve motivasyon kaybı hissetmesine neden olabilir.
İçsel Emeklilik Modu: Bu mod, kişinin enerjisinin azaldığı, motivasyonunun düştüğü ve yaşamdan zevk almadığı bir durumu ifade eder. İçsel emeklilik modu, kişinin pasiflik, umutsuzluk ve yaşamdan uzaklaşma eğilimi göstermesine yol açabilir.
Sıkışma Modu: Bu mod, kişinin kendini tıkanmış, sıkışmış ve hareketsiz hissettiği bir durumu temsil eder. Sıkışma modu etkin olduğunda, kişi seçeneklerini kısıtlı hisseder ve değişimden kaçınma eğiliminde olabilir.
Aşırı Uyum Modu: Bu mod, kişinin sürekli olarak başkalarını memnun etmeye çalıştığı ve kendi ihtiyaçlarını ihmal ettiği bir durumu ifade eder. Aşırı uyum modu, kişinin sınırlarını belirlemekte zorlanmasına ve başkalarının onayına bağımlı hale gelmesine neden olabilir.
İçsel Boşluk Modu: Bu mod, kişinin içinde bir boşluk hissi yaşadığı, anlamsızlık ve amaçsızlık duygularının baskın olduğu bir durumu temsil eder. İçsel boşluk modu etkin olduğunda, kişi yaşamdan tatminsizlik veya eksiklik hissi yaşar.
Mağduriyet Modu: Bu mod, kişinin kendini sürekli olarak mağdur hissettiği, haksızlığa uğradığını düşündüğü bir durumu ifade eder. Mağduriyet modu, kişinin başkalarını suçlama, öfke ve intikam hissetme eğiliminde olduğu bir durumu temsil eder.
Terk Edilme/Kayıp Şeması: Kişinin sürekli olarak terk edileceğini veya kaybedeceğini düşündüğü bir inanç sistemini temsil eder. Bu şema, güvensizlik, bağlanma zorluğu ve yakınlıktan kaçınma ile ilişkilidir.
Mükemmeliyetçilik Şeması: Kişinin sürekli olarak mükemmeliyetçilik hedeflediği, hataları kabul etmekte zorlandığı bir inanç sistemini ifade eder. Mükemmeliyetçilik şeması, aşırı eleştirel olma, takıntılar ve düşük özgüvenle ilişkilidir.
Mahrumiyet Şeması: Kişinin sürekli olarak eksiklik, tatminsizlik ve yetersizlik hissi yaşadığı bir inanç sistemini temsil eder. Mahrumiyet şeması, doyum sağlama güçlüğü, sürekli bir arayış ve huzursuzluk ile ilişkilidir.
Kölelik Şeması: Kişinin sürekli olarak başkalarının ihtiyaçlarına öncelik verdiği, kendi sınırlarını ihmal ettiği bir inanç sistemini ifade eder. Kölelik şeması, kişinin kendi gereksinimlerini ifade etmekte güçlük çekmesine ve başkalarının kontrolü altında hissetmesine neden olabilir.
Utanç ve Değersizlik Şeması: Kişinin sürekli olarak utanç, değersizlik ve kabul edilmeme korkusu yaşadığı bir inanç sistemini ifade eder. Utanç ve değersizlik şeması, düşük özgüven, sosyal çekingenlik ve kendini sürekli olarak eleştirme ile ilişkilidir.
İzole Edilmişlik Şeması: Kişinin sürekli olarak yalnızlık ve bağlantısızlık hissi yaşadığı bir inanç sistemini temsil eder. İzole edilmişlik şeması, sosyal geri çekilme, sosyal bağlantılardan kaçınma ve kendini dışlanmış hissetme ile ilişkilidir.
Şüphecilik ve İhanet Şeması: Kişinin sürekli olarak başkalarını şüpheyle yaklaştığı, güvenmekte zorlandığı bir inanç sistemini ifade eder. Şüphecilik ve ihanet şeması, ilişkilerde güven eksikliği, sürekli şüphe ve başkalarını suçlama ile ilişkilidir.
Yetersizlik Şeması: Kişinin sürekli olarak yetersizlik ve beceriksizlik hissi yaşadığı bir inanç sistemini temsil eder. Yetersizlik şeması, düşük özgüven, motivasyon kaybı ve başarısızlık korkusu ile ilişkilidir.
Abartılı Sorumluluk Şeması: Kişinin sürekli olarak başkalarının sorunlarından sorumlu olduğunu düşündüğü bir inanç sistemini ifade eder. Abartılı sorumluluk şeması, sınırlarını koruma güçlüğü, aşırı yüklenme ve başkalarının ihtiyaçlarını önceleme ile ilişkilidir.
Kendini Feda Etme Şeması: Kişinin sürekli olarak başkalarının ihtiyaçlarını kendinden ön planda tuttuğu, kendi gereksinimlerini ihmal ettiği bir inanç sistemini temsil eder. Kendini feda etme şeması, kendi kendine özverili davranma, sürekli fedakarlık yapma ve kendi sınırlarını aşma eğilimi ile ilişkilidir.
Yüzleşilmemiş Duygular Şeması: Kişinin sürekli olarak duygularıyla başa çıkmakta zorlandığı, duygusal deneyimleri bastırdığı bir inanç sistemini ifade eder. Yüzleşilmemiş duygular şeması, duygusal kaçınma, duygusal patlamalar ve duygusal çalkantılar ile ilişkilidir.
Özgürlükten Yoksunluk Şeması: Kişinin sürekli olarak kısıtlanmışlık, bağımlılık ve özgürlük eksikliği hissi yaşadığı bir inanç sistemini temsil eder. Özgürlükten yoksunluk şeması, kişinin kendi yaşamını kontrol etme güçlüğü, bağımlılıklar ve kendini sınırlama eğilimi ile ilişkilidir.
Duyarsızlık ve Reddetme Şeması: Kişinin sürekli olarak duygusal tepkisizlik, ilgisizlik ve reddedilme hissi yaşadığı bir inanç sistemini ifade eder. Duyarsızlık ve reddetme şeması, kişinin duygusal bağlantıdan kaçınması, duygusal duvarlar oluşturması ve başkalarının ilgisini reddetmesi ile ilişkilidir.
Haksızlık Şeması: Kişinin sürekli olarak haksızlık yaşadığını düşündüğü, adaletsizlik hissi yaşadığı bir inanç sistemini temsil eder. Haksızlık şeması, öfke, intikam düşünceleri ve başkalarını suçlama ile ilişkilidir.
Emniyet Şeması: Kişinin sürekli olarak güvende hissetme, tehlikeden korunma ihtiyacı hissettiği bir inanç sistemini ifade eder. Emniyet şeması, sürekli tetikte olma, endişe ve kontrollü davranma eğilimi ile ilişkilidir.
Olumsuz İzlenim Şeması: Kişinin sürekli olarak başkalarının olumsuz bir izlenim yarattığını düşündüğü, eleştiriye maruz kalma korkusu yaşadığı bir inanç sistemini temsil eder. Olumsuz izlenim şeması, sosyal çekingenlik, sürekli kendini kanıtlama çabası ve başkalarının beklentilerini karşılamaya çalışma ile ilişkilidir.
Gelecekten Beklenti Şeması: Kişinin sürekli olarak olumsuz bir gelecek beklediği, geleceğe dair umutsuzluk ve kaygı yaşadığı bir inanç sistemini ifade eder. Gelecekten beklenti şeması, umutsuzluk, karamsarlık ve motivasyon eksikliği ile ilişkilidir.
Kaybetme Şeması: Kişinin sürekli olarak bir şeyleri kaybetme korkusu yaşadığı, kaybetme ve ayrılık duygularının baskın olduğu bir inanç sistemini temsil eder. Kaybetme şeması, bağlanma güçlüğü, kaygı ve korku ile ilişkilidir.
Şema Terapisi, kişinin bu modları ve şemaları tanıması, anlaması ve dönüştürme sürecine girmesi için kullanılan bir terapi yaklaşımıdır. Terapistin rehberliğiyle, kişi bu modları tanıyabilir, şemaları sorgulayabilir ve sağlıklı davranış ve düşünce kalıpları geliştirebilir. Bu süreç, kişinin duygusal ve zihinsel refahını artırmaya yardımcı olabilir ve daha sağlıklı ilişkiler kurmasına olanak sağlayabilir.
“Nazar değer paylaşmayayım” inanışı, genellikle bazı kültürlerde yaygın olan bir inançtır. Bu inanışa göre, kişinin başkalarıyla paylaştığı başarıları, mutluluğu veya güzellikleri başkalarının kıskanacağına ve onlara zarar vereceğine inanılır.
Bu düşünce, başkalarının negatif enerjileri veya kıskançlık duygularıyla kişiye zarar vereceklerine dair bir endişeyle ilişkilendirilir. Örneğin; iş mülakatları esnasında kimseye görüşmelerden bahsetmeyip imzalar atıldığında söylemek gibi, hatta bir ileri seviyede belki hiç söylememek…
Cognitive Behavioral Therapy (CBT) yani Bilişsel Davranışçı Terapi, bu tür inançlar ve düşüncelerle çalışmak için etkili bir terapi yaklaşımıdır. CBT, kişinin düşünce kalıplarını ve inançlarını sorgulayarak, daha gerçekçi ve işlevsel düşüncelere yönelmesini hedefler.
CBT çerçevesinde seanslarda şu adımları izleyebiliriz:
Bireyin bu inanışının farkında olması ve onu tetikleyen durumları belirlemesi önemlidir. Bireyin düşünce süreçlerini ve inançlarını gözlemlemesi sağlanır.
Bireyin “nazar değer paylaşmayayım” inanışının gerçekçilik düzeyini sorgulaması teşvik edilir. Bu inanışın gerçek temele dayanıp dayanmadığı, kanıtları veya somut delilleri olup olmadığı incelenir.
Bireye, başkalarıyla paylaşmanın gerçekte olumsuz sonuçlara yol açmadığı veya zarar vermeyeceği yönünde kanıtlar sunulur. Bu, başkalarının mutluluğu paylaşma durumunda nasıl tepki verdiğine dair gerçek örneklerin sunulması veya kişinin kendi deneyimlerinden örneklerin hatırlanması olabilir.
Birey, “nazar değer paylaşmayayım” inanışının yerine daha gerçekçi, olumlu ve işlevsel düşünceleri geliştirmeyi öğrenir. Örneğin, “Başkalarıyla mutluluğumu paylaşmak, ilişkilerimi güçlendirebilir ve beni daha fazla destekleyebilir” gibi alternatif düşünceler olabilir.
Birey, yeni düşünce ve inançlarına dayanarak hareket etmeyi öğrenir. Başkalarıyla başarıları veya mutluluğu paylaşmada daha rahat hissetmeyi ve bu inanışı aşmayı deneyimleyerek davranış değişikliği gerçekleştirir.
CBT, bireyin inançlarını sorgulama, gerçekçi düşünce kalıpları geliştirme ve davranış değişikliği sağlama konusunda etkili bir terapi yöntemidir. Bu yaklaşım, “nazar değer paylaşmayayım” gibi inanışların bireyin yaşam kalitesini olumsuz etkilemesini azaltmaya yardımcı olabilir.
Siz veya bir tanıdığınızın bu tarz işlevsel olmayan ve onu kısıtlayan inanışları var ise bir ruh sağlığı profesyoneline başvurabilirsiniz.
Lise’den Üniversite’ye Geçiş Sınavı 17 – 18 Haziran’da yapılıyor olacak. Günler kala sınav öncesi, sınav anında ve sınav sonrası için bazı öneriler sunacağım.
Sevgili Öğrenci,
Bu hafta sonu Lise’den Üniversite’ye geçiş sınavına gireceksin ve duyduğum kadarıyla endişelerin var. Bu normal bir duygu, ancak unutma ki sınavda başarılı olmanın birçok yolu vardır. İşte sınav öncesinde, sınav anında ve sınav sonrasında dikkate alman gereken öneriler:
Sınav gününden önce iyi bir planlama yap. Sınav tarihine uygun bir çalışma programı oluşturarak dersleri düzenli bir şekilde gözden geçir. Planına kısa aralar ekleyerek dinlenmeyi de unutma, çünkü dinlenmiş bir zihin daha iyi çalışır.
Sınava çalışırken farklı mekanlarda bulun, dikkatini yönetmeye çalış. Sesler veya ışıklar seni nasıl etkiliyor, deneyimle.
Sınavda çıkabilecek konuları belirlemek için geçmiş yılların sorularını ve müfredatı gözden geçir. Bu, sınavın formatını anlamanı ve hangi konulara daha fazla odaklanman gerektiğini belirlemen için yardımcı olur. Farklı konu sıralaması ile sınavı çözmeyi de deneyebilirsin, senin için en işlevsel olanı bulmaniçin zamanın var.
Sınav başlamadan öncederin nefesler alarak rahatla. Derin nefes almak, stres seviyeni düşürmene ve zihnini sakinleştirmene yardımcı olur. Sakin ve odaklanmış bir zihinle daha iyi düşünebilirsin.
Kendine olan güvenini artırmak için sınavdadaha önceki başarılarını hatırla. Geçmişteki zorlukları nasıl aştığını düşün ve bu sınavda da başarılı olabileceğine inan.
Her soruyu dikkatlice oku ve anladığından emin ol. Soruyu tam olarak anlamadan cevaplamaya çalışma. Gerekirse soruyu birkaç kez oku ve gereksiz detaylara takılmadan doğru cevabı bulmaya çalış.
Sınav süresini iyi değerlendir. Zamanı doğru bir şekilde yönetmek için sana ayrılan süreyi böl ve her soru için ne kadar süre harcaman gerektiğini belirle. Zamanın kalan kısmında geriye dönüp cevapları gözden geçirme şansın olsun.
Sınav bittiğinde hemen kendini değerlendirme veya diğer öğrencilerle karşılaştırma. Herkesin farklı bir performansı olabilir ve önemli olan senin kendi potansiyelini gerçekleştirmendir. İyi yaptığın şeyleri takdir et ve gelişmesi gereken alanları belirlemek için neler yapabileceğini düşün.
Sınav stresiyle başa çıkmak için dinlenmeye zaman ayır. Kendine bir ödül ver ve sınav stresinden uzaklaşacak aktiviteler yap. Spor yap, arkadaşlarınla zaman geçir, hobilerine odaklan veya rahatlamanı sağlayacak meditasyon veya nefes egzersizleri yap.
Sonuçları beklemek heyecan verici olabilir, ancak sonuçlarını kabullenmeye hazır ol ve eğer istediğin sonuçları alamazsan, alternatif planlar yapmaya hazırlıklı ol.
Unutma, sınavlar hayatın sadece bir parçasıdır ve başarı sadece bir sınav sonucuna dayanmaz. Sana bu sınavda en iyisini dilerim! Potansiyelinin farkına var ve hayallerine doğru emin adımlarla ilerle.
Ebeveyn ya da öğretmenseniz, sizin için yazdığım önerileri okumak için tıklayınız
Son yıllarda depresyon terimi, maalesef gerçek anlamından uzak bir şekilde kullanılmaya başlandı. Gün içindeki normal duygusal iniş çıkışları “depresyon” olarak tanımlayan bir çok kişi duymaktayım. Bu nedenle, bugün sizlerle depresyonun gerçek yüzünü ve bu sorunla mücadele eden kişilere nasıl yardımcı olabileceğimizi konuşmak istiyorum.
Depresyon, duygusal, fiziksel ve bilişsel olarak ciddi bir sıkıntıya neden olan bir ruh hali bozukluğudur. Bu durum, normal hayat faaliyetlerini etkileyebilir ve insanların iş, ilişkiler ve kişisel refahlarına zarar verebilir. Ancak son zamanlarda, bu terim yaygın bir şekilde abartılı bir biçimde kullanılmaya başlandı ve herhangi bir hüzün veya üzüntü anında insanlar “depresyondayım” demeye başladı. Bu yanlış kullanım, depresyonun ciddiyetinin ve öneminin göz ardı edilmesine yol açabiliyor.
Depresyon, “kötü gün” değildir.
Depresyon, Amerikan Psikiyatri Birliği’nin (APA) Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı’na (DSM-5) göre, en az iki hafta boyunca süren depresif ruh hali veya ilgi ve zevk kaybı ile karakterize edilen bir ruh hali bozukluğudur. Bu ruh hali bozukluğu, günlük işlevleri, ilişkileri ve yaşam kalitesini etkileyebilir.
Depresyonun belirtileri kişiden kişiye değişiklik gösterebilir, ancak yaygın olarak şu semptomlar görülebilir:
Sürekli üzgün, hüzünlü veya boş hissetme
İlgi ve zevk kaybı
Enerji eksikliği ve sürekli yorgun hissetme
Uyku problemleri (uykusuzluk veya aşırı uyuma)
İştah değişiklikleri, kilo kaybı veya kilo alımı
İçsel huzursuzluk
Dikkat ve konsantrasyon güçlüğü
Değersizlik, suçluluk duyguları veya düşünceleri
Ölüm veya intihar düşünceleri
Depresyon, çeşitli faktörlerden kaynaklanabilir. Genetik yatkınlık, çevresel stresörler, travmatik olaylar, beyin kimyasındaki dengesizlikler gibi etkenler depresyonun ortaya çıkmasında rol oynayabilir. Birçok insan depresyonla mücadele ederken, onlara empati göstermek ve destek olmak son derece önemlidir.
Depresyonu ciddiye almak, bu konuda farkındalık yaratmak ve insanları anlamak için bilimsel verilere dayalı bir yaklaşım benimsememiz gerekiyor. Depresyon, “kendini iyi hissetmek için biraz çaba harcaman gerekiyor” demekle çözülebilecek bir sorun değildir.
Depresyonun birçok nedeni olabilir. Genetik faktörler, beyin kimyasındaki dengesizlikler, çocukluk travmaları, stresli yaşam olayları ve kronik fiziksel hastalıklar gibi etkenler depresyonun gelişimine katkıda bulunabilir. Beyindeki serotonin, norepinefrin ve dopamin gibi nörotransmitterlerin dengesizliği de depresyonla ilişkilendirilmektedir.
Depresyonun tedavisi mümkündür ve çeşitli yöntemler kullanılarak desteklenir. Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT) gibi terapi yöntemleri depresyonun tedavisinde etkili olabilir. Ayrıca, antidepresan ilaçlar, beyin kimyasındaki dengesizlikleri düzenlemeye yardımcı olabilir. Bu tedavi yöntemleri genellikle birlikte kullanılır ve bireysel ihtiyaçlara göre uyarlanır.
Depresyonun toplum üzerindeki etkisi de büyüktür. Dünya Sağlık Örgütü’ne (WHO) göre, depresyon dünya genelinde yaygın bir sorundur ve yaklaşık 300 milyon kişiyi etkiler. Depresyonun ekonomik etkisi de önemlidir, iş kayıpları, iş veriminde azalma ve sağlık hizmetlerine olan yüksek maliyetler gibi faktörlerle ilişkilidir.
Depresyon gerçek bir mücadeledir ve hafife alınmamalıdır, depresyon hakkında doğru bilgileri paylaşmamız ve insanları bu konuda bilinçlendirmemiz önemlidir.
Eğer depresyonla mücadele ediyorsanız veya bir yakınınız bu sorunla karşı karşıyaysa, lütfen profesyonel yardım almayı önemseyin. Unutmayın, depresyon tedavi edilebilir.
Umarım bu yazı, depresyon hakkında gerçek bir farkındalık yaratmaya yardımcı olur, doğru bilgiye dayalı destek ve empati, yardımcı olmanın en etkili yollarından biridir.