FRANKENSTEIN, ASIL CANAVAR O DEĞİL Mİ?

“Frankenstein” çoğumuzun zihninde korku ve bilimkurgu öğeleriyle yer eden bir hikâyedir muhtemelen, benim için öyleydi… ta ki Netflix’teki Guillermo del Toro’nun 2025 yapımı uyarlamasında karşıma bir canavar hikâyesinden çok bir insanın patolojisinin ona neler yaptırabileceği çıkana kadar.

Victor’un yaratma sürecini gösteren sahneler; bilimsel kontrolden ziyade “kudret gösterisi” hissini verir. Klinik perspektiften baktığımda bu sahneler, yaratıcıda belirgin bir büyüklenmeci motivasyon ve kontrol odaklı narsisistik dil işaretleri taşır. Proje olarak insan üretme arzusu, nesneleştirme ve sorumluluk reddi… Böyle bir tutumun psikodinamiği şu şekilde okunabilir: eğer bir kişi “yaratılan”ı insan olarak değil de başarı/eser olarak görürse, başarısızlık veya beklenen ideal gerçekleşmediğinde empati ve bakım hemen geri çekilir; bu da yaratılanın gelişiminde derin bağlanma yaraları oluşturur.

“Benim hikâyemi dinle”

Yaratığın öz anlatısına izin verilmesi, travma literatüründe travma öyküsünün aktarılmasının iyileştirici yönüne işaret eder. Yaratığın anlatısının filme dâhil edilmesi, izleyiciye “onun perspektifinden bakma” imkânı sağlar; bu seyircide (gözlemci) empati mekanizmasını harekete geçirir.

Travma terapilerinde hikâyenin yeniden anlatılması travmatik deneyimin anlamlandırılması ve kişisel kimliğin onarımı için zemin oluşturur. Filmde yaratığın anlatması, hem kendini tanımlama çabası hem de kurban–fail sınırlarının bulanıklaşması açısından önemliydi. Yaratık hem mağdur hem de tehlike potansiyeli taşıyan bir figürdü.

Yaratığın Victor’ın başucunanda olduğu sahne, terk edilme ve hesap sorma anıdır. Terk edilmiş çocuklar genellikle “neden ben?” sorusunu yöneltir; bu soru, hem kimlik hem de değer algısı üzerinde doğrudan yıkıcı etkiler bırakır. Yaratık yaratıcıdan hem duygusal sorumluluk talep eder hem de reddedilmenin yol açtığı öfkenin doğrudan yansıması görünür. Bu tür yüzleşmelerde öfke, yas ve utanç birbirine karışır — yaratık hem kendi acısını anlatmak ister hem de terk edilmenin hesabını sormak.

‘Seni Affediyorum’

Film, yaratığın toplumla ve yapıyla çatışmasını, kimliğini arayışını ve anlatıya dâhil olma çabasını merkezine koyuyor. Toplumun bize bakışı, davranışlarımızı şekillendirir; travma da yalnızca bireysel değil toplumsal bir üretimdir.

Filmin en kırıcı anı ise yaratığın Victor Frankenstein ile yüzleştiği sahnedir. O an yaratık terk edilmiş bir çocuk gibidir. “Beni neden yarattın? Neden beni sevmedin?” diye sorar. Bu sorular, psikolojik olarak anne-babasından ilgi görmeyen, yok sayılan, değersiz bırakılan bir çocuğun sızlanmasıdır. Frankenstein’ın cevabı yoktur. Çünkü yarattığı varlığa karşı sorumluluk almak yerine kaçmıştır. Onu yarattığı anda terk etmiştir. Bu davranış, narsisistik yapının tipik özelliğidir: eser başarısızsa değersizdir; bağ kurmak, sorumluluk almak ya da empati göstermek gerekmez.

Victor sıradan bir bilim insanı değil;
Egoda yaralanmış, idealize eden ve başarısızlığını kabul etmekte zorlanan bir figür izledim; büyüklenmecilik, kontrol arayışı gibi unsurlar vardı. Bu, yaratılanla kurulan ilişkiyi imkânsız kılar; çünkü bakım alıcı/kaynak ilişkisi yerine yaratıcıların “eserini” koruma/gizleme eğilimi söz konusudur. Bu psikodinamik sıkça gördüğümüz bir örnek: proje/başarı odaklı kişiler ilişkilerde ya ihmalkâr ya da nesneleştirici davranabilir.
Ondan utanırken, sevilmesini kabul edebilir mi?
Tabii ki hayır


Bu film, kimin canavar olduğunu sorgulattı.

Tek başına gözlerini açan bu varlık karşısında gördüğü ilk canlıya elini uzattı, dokunmak istedi, anlaşılmayı bekledi fakat karşılığında yalnızca dehşet ve dışlanma gördü. Bir bebek doğduğu anda nasıl temas isterse, yaratık da aynı ihtiyaçla uzandı; fakat temas yerine reddedilme ile karşılaştı. Bu sahne, psikolojideki “ilk bağlanma travması”nın sinematik karşılığıydı diyebilirim. Sevgi yerine korkuyla karşılaşan her varlık gibi, o da dünyayı tehdit dolu bir yer olarak kodladı.

Daha sonra laboratuvardan kaçmak zorunda kaldı. Bu kaçış bir saldırganlık değil, çok temel bir hayatta kalma refleksiydi. İlk önce güvenli bir alanda olmadığını anladı, daha sonra güvenilir bir ses için bağırdı, ancak kimse yoktu. Travma yaşayan bir insan da aynı şekilde kaçar, saklanır, uzaklaşır. Toplum ise davranışa bakarak onu tehlikeli sayar. Oysa davranışın altında farklı bir gerçek vardır: “Tehlikedeyim.”

Dış dünyaya çıktığında insanlar onu görünüşü nedeniyle korkunç buldu. Kimse konuşmasını, niyetini, acısını ve hatta ne olduğunu anlamaya çalışmadı. Onu yalnızca bir tehdit olarak gördüler. Bu, ötekileştirmenin en acı şekliydi. Farklı olduğu için nişan alınan, kovulan ve yok edilmesi gereken biri. Toplumun ona verdiği her tepki, onda yeni bir yara açacaktı. Böylece masum ve meraklı bir zihnin içine öfke birikmeye başladı. Film burada çok önemli bir psikolojik gerçekle yüzleştirdi: İnsan, sürekli reddedilir ve yalnız bırakılırsa, zamanla karanlığa yönelir.

Kör adam ise onun yüzünü görmez, bu nedenle korkmaz ya da yargılamaz. Yaratığa yemek verir, konuşur, dinler. Bu, yaratığın ilk kez sevildiği, kabul edildiği ve insan gibi davranıldığı andır. Onun öğrenmeye açık, duyarlı ve iyi yürekli bir tarafı olduğu görülür. Koşulsuz kabul edildikçe sakinleşir, şefkat gösterir, insanlaşır. Psikolojik açıdan bu sahne çok değerlidir çünkü travmanın panzehirinin sevgi ve güven olduğunu gösterir. Fakat bu umut kısa sürer. Travma tekrar eder. Travma tekrarlandığında, iyilik yerini umutsuzluğa, umutsuzluk da saldırganlığa bırakır.

‘Kurt insandan nefret etmiyor, sadece farklılar’

Film, sonunda bize şu gerçeği gösterir: Yaratığın canavarlaşması, doğasının sonucu değil, insanların ona öğrettiği bir davranıştır. Defalarca dışlanan, aşağılanan, saldırıya uğrayan ve sevilmeyen bir ruh, zamanla kabuk bağlar. Kabuk sertleştikçe içindeki yaralılık karanlığa dönüşür. Bu yüzden Frankenstein bir korku hikâyesi değil, bir toplumsal ayna gibidir. Bizden farklı olana gösterdiğimiz nefretin, onu nasıl dönüştürdüğünün hikâyesidir. Sevgi verilmediğinde insan kırılır; ama sürekli kırılan insan sonunda kırmaya başlar.

“Bizden değilsen, bizden uzak dur.”
“Anlamaya çalışmaya vaktim yok; korkuyorum.”
“Farklıysan tehlikelisin.”

Filmin en çarpıcı mesajı bence şuydu: Canavar, gördüğümüz yüz değildir. Canavar, sevgisizliğin, ihmalin, korkunun ve önyargının sonucudur. Frankenstein’ın yaratığı bir canavar değildi; ama herkes ona bir canavar gözüyle baktı. Zamanla o da kendine gösterilen şey olmaya başladı. Çünkü insan nasıl muamele görüyorsa, eninde sonunda ona dönüşür.

“Frankenstein”, aslında çok basit bir gerçeği hatırlatır: Bir insanı canavar yapan doğası değil; gördüğü muameledir. Sevgi iyileştirir, ihmal yaralar, dışlanma saldırganlaştırır. Canavarı öldürmek kolaydır. Zor olan, önce onu nasıl yarattığımızla yüzleşmektir.

Kimse doğuştan kötü değildir. Sevgi verilmeyen ruh gölgelenir. Farklı olan dışlandığında, önce yalnızlaşır… sonra saldırır.






Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

ZAMANLA OLAN İLİŞKİNİZ NASIL?

Klinik psikolog perspektifinden insan ilişkileri ve zaman üzerine bir içsel yolculuk

Zaman soyut bir kavram gibi görünse de ruhsal sağlığımızın somut bir belirleyicisidir. Terapi odasında en çok konuşulan konuların başında “geçmiş zamanın yükü”, “geleceğe dair kaygı” ve “bugünü kaçırma korkusu” gelir.

Peki siz zamanla nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?

Zamanı kiminle ve nasıl geçirdiğiniz, psikolojik iyi oluşunuzu, yaşam doyumunuzu ve ilişkisel sağlığınızı doğrudan etkiler.

Elbette, bilimsel literatürde “hangi yaşta kimle ne kadar zaman geçirdiğimiz” konusu üzerine dayalı bulguları sizin için toparladım. İşte farklı yaş gruplarında zaman kullanımının nasıl dağıldığına dair deneysel analizler:


Yaşa Göre Kimlerle Ne Kadar Zaman Geçiriyoruz?

Gençlik ve Ergenlik (örneğin, 15 yaş)

  • Ergenler, zamanlarının büyük bir bölümünü arkadaşlarla geçiriyor.
  • Visual Capitalist’in verilerine göre 15 yaşındakiler günde ortalama 267 dakika aile ile, 193 dakika yalnız109 dakika arkadaşlarla geçiriyorlar. (Visual Capitalist)
  • Ayrıca ergenlik döneminde arkadaşlara ayrılan süre, ebeveynlere göre fazladır; arkadaş grupları hem sosyal hem kimliğe dair gelişimlerde merkezi rol oynar.

Genç Yetişkinlik (örneğin, 25 yaş)

  • 25 yaş grubunda günlük zaman dağılımı şöyle: 275 dakika yalnız199 dakika iş arkadaşlarıyla geçiyor. (World Economic Forum)
  • Bu dönemde, arkadaşlara ayrılan süre aileye ayrılan süreden azdır; iş, öne geçmektedir.

Orta Yaş (örneğin, 35 yaş)

  • 35 yaşında, kişi hala en çok yalnız vakit geçiriyor (263 dakika günlük ortalama), ama partner ve çocuklarla birlikte geçirilen zaman toplamı yaklaşık 450 dakika (7,5 saat) düzeyine çıkıyor. (World Economic Forum)

Orta Yaş ve Sonrası (40–60 yaş)

  • Bu dönemde zaman genellikle aile (partner ve çocuklar) ile, iş arkadaşlarıyla ve yalnız olarak harcanır. (World Economic Forum)
  • İşten uzaklaşıldıkça, yalnız geçirilen süre artar; özellikle 60 yaş ve üzerine çıktıkça bu eğilim net şekilde görülür. (World Economic Forum)

Yaşlandıkça Yalnızlık ve Sosyal Çevrede Değişim

  • 60 yaşından sonra iş arkadaşlarıyla geçirilen zaman ciddi şekilde azalır; bu zaman genelde partner veya yalnız olarak geçer. (World Economic Forum)
  • Sosyal çevre daralır; 40 yaş ve sonrasında yalnız geçirilen zaman giderek artar. (HabertürkWorld Economic Forum)
  • Yakın arkadaşlarla geçirilen ortalama süre de 2014–2019 yılları arasında azalmıştır (haftalık yaklaşık 6,5 saatten 4 saate) (The Leadership & Happiness Laboratory) ve günlük arkadaşlarla geçirilen süre 2023 itibarıyla ortalama 26 dakika olarak belirlenmiştir (The Washington Post).

Aile: Köklerle Bağ Kurmak, Kaynakla Temas Etmek

Çocuklukta ailenin merkezindeyiz. Onlar bizim ilk bağ kurduğumuz, temel güven duygusunun yeşerdiği kişiler. Ancak yetişkinliğe geçişle birlikte bu bağ zaman içinde zayıflar; sıklıkla da farkında olmadan…

Oysa güvenli bağlanma, yalnızca çocuklukta değil, yetişkinlikte de psikolojik sağlamlık için vazgeçilmezdir. Ailemizle olan ilişkiyi canlı tutmak, ruhsal zeminin güçlenmesine katkı sağlar. Her ne kadar ilişkiler karmaşık olsa da, köklerle temas iyileştirici olabilir.

🧭 Bu hafta ebeveynlerinizi veya bir aile bireyinizi aramaya ne dersiniz? Onlarla sadece gündemden değil, geçmişten konuşmak, eski bir anınızı paylaşmak hem duygusal bağ kurmanızı sağlayacak hem de kimlik sürekliliğinizi besleyecektir.


Arkadaşlık: Ruhsal Yalnızlığa Karşı Panzehir

Terapiye gelen pek çok kişinin ortak teması, “anlaşılamamak” ve “yalnız hissetmek”tir. Oysa sağlıklı, derin ve güvenli arkadaşlık ilişkileri bu duyguların en doğal ilacıdır.

Genç yaşta sosyal çevre geniştir; ama yaş ilerledikçe nicelik azalır, nitelik önem kazanır. Bu nedenle dostluklarda derinliği, yüzeyselliğe tercih etmek uzun vadede ruhsal doyumu artırır.

🧭 Bu hafta “duygusal güvenli alan” hissettiğiniz bir arkadaşınıza ulaşmaya ne dersiniz? Ona sizin için neden önemli olduğunu söylemek (duygusal açıklık) bağ gücünü artırır.


Partner: Aynada Kendini Görmek

Bir partnerle kurulan ilişki, bireyin ruhsal yapısına dair en çok yansıma üreten alandır. Partneriniz sizinle değil, sizin yansımanızla da konuşur. Bu yüzden bu ilişki, hem en çok şifa hem de en çok tetiklenme potansiyeli taşır.

Uzun süreli bir ilişki; sadece romantik bağ değil, aynı zamanda bir psikolojik eşlik biçimidir. Sessizliği birlikte taşıyabildiğiniz, çatışmaları güvenle çözümleyebildiğiniz bir ilişki, ruhsal iyileşmenin zeminini oluşturur.

🧭 Partnerinize her gün bir küçük minnet cümlesi söyleyin. Takdir edilen kişi daha çok verir. Verilen kişi de görülmüş hisseder. İlişkiler “fark edilme”yle büyür.


Çocuklar: An’da Kalmanın Ustaları

Çocuklar; bugünde yaşar, merak eder, duyguyu sansürlemeden gösterir. Onlarla geçirilen zaman sadece ebeveynlik görevi değil, aslında yetişkinin ruhuna temas eden bir farkındalık pratiğidir.

Ancak ebeveynlik, modern dünyada çoğu zaman “yeterince iyi anne/baba olamıyorum” suçluluğuna dönüşür. Oysa çocuklar için en önemli şey; mükemmel değil, gerçekten orada olan bir ebeveyndir.

🧭 Bu hafta her gün 30 dakikanızı tamamen çocuğunuza ayırın. Göz teması kurarak, onun oyununa eşlik ederek, yargılamadan sadece “orada olarak”. Bu varlık hali, hem çocuğun bağlanmasını hem sizin ebeveynliğinizi onarır.


İş Arkadaşları: Duygusal İklimi Belirleyenler

Çalışma ortamı, hayatımızın ciddi bir kısmını kapsar. Günün büyük bölümü birlikte geçtiği için iş arkadaşlarıyla olan ilişki, ruh halinizi doğrudan etkiler. İş yerindeki duygusal iklim, sadece üretkenliği değil, anksiyete, tükenmişlik ve depresyon belirtilerini de etkiler.

Seçme şansınız varsa; sadece işin içeriğine değil, birlikte çalıştığınız insanların psikolojik etkisine de dikkat edin.

🧭 Bu hafta kendinize şu soruyu sorun: Bu insanlarla geçirdiğim zaman bana nasıl hissettiriyor? Zihinsel yorgunluğunuzun kaynağını sadece “iş yükü” değil, “duygusal yük” de olabilir.


Yalnızlık: Kendinle Kalabilme Becerisi

Modern insan, yalnızlıktan kaçma ustasıdır. Oysa terapi odasında en çok ihtiyaç duyulan şey, “kendiyle kalabilme becerisi”dir. Çünkü kendiyle kalamayan, gerçek bir başkasıyla da bağ kuramaz.

Yalnız zaman, psikolojik büyüme için verimli bir topraktır. Ancak bu yalnızlık, izole edici değil, besleyici olmalıdır. Farkındalıkla geçirilen yalnızlık anları, kişinin iç sesini duyduğu anlardır.

🧭 Günde 15 dakika hiçbir şey yapmadan oturun. Sadece nefes alın. Zihninizin neler söylediğini duyun. Kendinizle tanışmak için hiçbir araca ihtiyacınız yok.


Tüm Bu Zaman Haritasından Çıkan 6 Psikolojik Gerçek

  1. Aile ile bağ iyileştiricidir – ilişkinin mümkün olan kısmını onarın.
  2. Gerçek dostluk ruhu besler – kalabalıktan çok samimiyeti seçin.
  3. Partner ilişkisi aynadır – hem şifa hem çalışma alanıdır.
  4. Çocuklar sizi bugüne çeker – hazır ve duyarlı olun.
  5. İş ortamı duygusal yük taşır – fark edin ve düzenleyin.
  6. Yalnızlık gelişim alanıdır – kaçmayın, kucaklayın.

“İnsanın tüm sorunları, tek başına bir odada sessizce oturamamasından kaynaklanır.”
– Blaise Pascal

Zaman akıp gider. Ama onu nasıl yaşadığımız, kimlerle paylaştığımız ve hangi duygularla hatırlayacağımız bizim elimizde.

Bugün, bu yazıyı bitirdiğinizde durun. Derin bir nefes alın. Belki birini arayın. Belki sadece kendinizi dinleyin. Zamanı yaşanabilir kılan şey, onunla kurduğunuz bilinçli ilişkidir.










Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

“KENDİMİ İYİ BİR İNSAN OLDUĞUM İÇİN ENAYİ GİBİ HİSSEDİYORUM”

Klinik Psikolog Perspektifinden Psikolojik ve Sosyolojik Bir Analiz

Danışanım koltuğa oturdu, derin bir nefes aldı ve gözlerimin içine bakarak şöyle dedi:
“Hocam, kendimi iyi bir insan olduğum için enayi gibi hissediyorum.”

Bu cümleyi ilk defa o gün duymadım. Son aylarda, farklı yaş, farklı meslek, farklı sosyal çevrelerden birçok kişi bu cümleyi kuruyor. Kimi öğretmen, kimi mühendis, kimi ev hanımı… Ortak noktaları şu: Hepsi değerlerinden taviz vermeden yaşamaya çalışıyor. Ama etraflarında gördükleri manzara onların içini kemiriyor.

  • Diploma ve sertifikaların parayla satılması…
  • Liyakatin değil torpilin işe alımlarda belirleyici olması…
  • Doğal alanların yok edilmesi, ağaçların yakılması, toprakların el değiştirmesi, çiftçinin emeğinin yok sayılması, zeytin ağaçları…
  • Çalanın, haksız kazanç sağlayanın cezasız kalması…
  • Öldürenin, yaralayanın cezasız kalması…
  • Trafikte çakarlının, sollayanın, emniyet şeridinden gidenin kendini akıllı sanması…

Bütün bunlar, insanın içinde güçlü bir adalet yarası açıyor. Çünkü bizler, çocukluktan beri “iyi olursan iyi karşılık alırsın” diye büyütülüyoruz.


E hani iyilik yapan iyilik bulurdu?

Masallardaki kahramanlar hep kazanır. Çalışkan öğrenci ödüllendirilir. Haksızlık yapanın ceza alacağı öğretilir. Ama gerçek hayatta bunun tam tersine şahit olduğumuzda, içimizdeki o temel inanç kırılıyor.

Psikolojide buna adalet inancının sarsılması (Just World Hypothesis, Lerner & Simmons, 1966) denir.


Psikolojik Arka Plan: Adalet Yaraları

İnsan zihni, yaşamın anlamını kurallı bir sistem içinde arar. Bu sistemin en temel kuralı şudur: Eğer doğru olanı yaparsam, doğru karşılığı alırım. Bu inanç, yalnızca ahlaki değil, motivasyonel bir temeldir.

Adalet duygusu kırıldığında üç tip düşünce şekli gözlemlerim:

  1. Kendi değerlerini sorgulama:
    “Demek ki dürüstlük bu dünyada işe yaramıyor. O zaman ben niye uğraşıyorum?”
    Bu düşünce, kişinin kendi ahlaki pusulasını bile sorgulamasına neden olabilir.
  2. Karşılaştırmalı umutsuzluk:
    “O çalmış, torpille girmiş, kolay yoldan kazanmış… Ben niye kaybediyorum?”
    Burada kişi, başkalarının etik olmayan kazançlarını kendisiyle kıyaslayarak değersizlik hissine kapılır.
  3. Etkinin küçümsenmesi:
    “Benim iyi olmam kime ne fayda sağlıyor ki?”
    Bu, öğrenilmiş çaresizlik (Seligman, 1975) dediğimiz düşünce biçimini besler.

Bu düşüncelerin ortak noktası, kişinin kendi kontrol alanını küçültmesi ve duygusal olarak geri çekilmesidir.


Gündelik Hayattan Örnekler: Sessiz Mücadeleler

Bir öğretmen düşünelim… Yıllarca emek veriyor, öğrencilerine bilgi kadar karakter de kazandırmaya çalışıyor. Ama bir gün, hiç hak etmediğini bildiği bir kişinin, siyasi torpille önemli bir göreve atandığını görüyor. İçinden geçirdiği cümle şu oluyor:
“Ben de mi bu oyuna uysam?”

Ya da bir esnaf… Vergisini ödüyor, faturasını düzenli yatırıyor. Ama yan dükkân vergiden kaçıyor, stokçuluk yapıyor ve daha çok kazanıyor. O esnaf eve gidince, kendi dürüstlüğünü sorgulamaya başlıyor.

Bir de gençler var… Üniversiteden yeni mezun olmuş, idealist, çalışkan. Aylarca iş arıyor, mülakatlara hazırlanıyor. Ama işe alınan kişi, yöneticinin akrabası oluyor. O genç, bir noktada şunu söylüyor:
“Madem böyle, niye uğraşayım?”

Bütün bu örnekler, aslında bireysel başarısızlık değil; sistemsel bir adalet krizinin bireyde yarattığı psikolojik etkilerdir.


Anomi ve Güven Erozyonu

Sosyoloji bize şunu gösteriyor: Adaletin zedelendiği toplumlarda toplumsal güven erir (Putnam, 2000). İnsanlar, birbirine ve kurumlara olan güvenini kaybettiğinde, iş birliği azalır. Bu, yalnızca bireylerin değil, tüm toplumun geleceğini tehdit eder.

Durkheim’ın “anomi” kavramı, toplumsal normların çözülmesini anlatır. Bugün liyakat yerine torpilin, emek yerine kolay kazancın öne çıkması tam olarak bu duruma işaret ediyor. Kuralların bozulduğu yerde, değerlerini koruyan kişi yalnız kalır.


Düşünceleri Yakalamak ve Dönüştürmek

Klinik çalışmalarda, danışanların bu “enayi” hissiyle başa çıkmalarına yardımcı olurken şu adımları izlerim:

  1. Duyguyu normalleştirmek
    “Bu his, sende bir problem olduğu anlamına gelmiyor. Bu, sağlıklı bir vicdanın tepkisi.”
  2. Kontrol alanını hatırlatmak
    “Sen tüm sistemi değiştiremezsin ama kendi etki alanında adaleti yaşatabilirsin.”
  3. Uzun vadeli bakış açısı kazandırmak
    “Kötülerin kazancı kısa vadelidir. Vicdanlı insanların kazancı görünmez ama kalıcıdır.”
  4. Dayanışma ağları kurmak
    Benzer değerlere sahip kişilerle bir araya gelmek, yalnızlık hissini azaltır ve mücadeleyi güçlendirir.
  5. İçsel ödüllere odaklanmak
    Araştırmalar, değerleriyle uyumlu yaşayan kişilerin yaşam doyumunun, gelir ve statüden bağımsız olarak daha yüksek olduğunu gösteriyor (Schwartz, 2012).

Baş Etme Stratejileri: İyiliği Sürdürmek

  • Mikro değişim: Büyük resmi değiştirmek zor olabilir ama kendi küçük alanında fark yaratmak mümkündür. Bu, umut duygusunu canlı tutar.
  • Kendi hikâyeni sahiplenmek: Başkalarının kısa vadeli kazançları seni kendi yolundan döndürmemeli.
  • Sosyal destek: Yalnız mücadele eden yorulur; birlikte mücadele eden güçlenir.
  • Vicdanın değerini hatırlamak: Parayla satın alınamayacak tek şey, kendi huzurun ve kendine saygındır.

Enayi Değil, İyi İnsan

Şunu net söylemeliyim: Kendini “enayi” gibi hissetmen, aslında senin toplumsal çürüme karşısında hâlâ direniyor olmandan kaynaklanıyor. Bu his, zayıflık değil, güçtür.
Çünkü oyunun kuralları bozulduğunda, kuralları hâlâ gözetenler, oyunu yeniden kuracak kişilerdir.

Belki bugün yalnızsın. Belki sesin az çıkıyor gibi hissediyorsun. Ama dürüst insanların zinciri, görünmez olsa da her gün biraz daha uzuyor. Ve bir gün bu zincir, düzeni değiştirecek kadar güçlü olacak.


Kaynakça:

  • Lerner, M. J., & Simmons, C. H. (1966). Observer’s reaction to the “innocent victim”: Compassion or rejection? Journal of Personality and Social Psychology, 4(2), 203–210.
  • Seligman, M. E. P. (1975). Helplessness: On Depression, Development, and Death. W. H. Freeman.
  • Putnam, R. D. (2000). Bowling Alone: The Collapse and Revival of American Community. Simon & Schuster.
  • Durkheim, E. (1897). Le Suicide. Paris: Félix Alcan.
  • Schwartz, S. H. (2012). An overview of the Schwartz theory of basic values. Online Readings in Psychology and Culture, 2(1).









    Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
    ©psikologecemsercan

AHLAKİ ÇÜRÜME İLE BAŞ ETMEK

Çürümenin İçimizde Yarattığı Sızı

“Sanki her gün içimde küçük bir parça eksiliyor. Etrafımda o kadar çok yalan, çıkarcılık, kayırma görüyorum ki; ya buna alışacağım ya da tükenip gideceğim.”

Bu, yalnızca bireysel bir yorgunluk değil; ahlaki çürümenin kişisel psikoloji üzerindeki etkisidir.
Ahlaki çürüme, toplumsal düzeyde değerlerin, normların ve adalet duygusunun erozyona uğramasıdır (Durkheim, 1897). Birey, bu ortamda iki ana riskle karşı karşıyadır:

  • Duyarsızlaşma: “Bunlar zaten normal, herkes böyle yapıyor.”
  • Tükenmişlik: “Artık bunlarla uğraşacak gücüm kalmadı.”

Ahlaki Çürüme Nedir ve Nasıl Hissederiz?

Ahlaki çürüme, yavaş ilerleyen ama derin etkiler bırakan bir süreçtir. Genellikle şu sinyallerle hissedilir:

  • Haksızlıkların olağan hale gelmesi
  • Kötü davranışların ödüllendirilmesi
  • İyilik yapanların küçümsenmesi
  • Bireylerin çıkar için değerlerinden vazgeçmesi

Psikolojik olarak bu durum, ahlaki yorgunluk (moral fatigue) ve ahlaki yaralanma (moral injury) ile sonuçlanabilir.
Moral injury kavramı, kişinin kendi değerleriyle çelişen olaylara tanık olduğunda veya bu olayların parçası olduğunda hissettiği derin içsel çatışmayı ifade eder (Litz et al., 2009).


Gündelik Hayattan Çürüme Tabloları

  • İş yerinde: Kuralları çiğneyenlerin terfi alması, dürüst çalışanların göz ardı edilmesi.
  • Sokakta: Trafik kurallarını hiçe sayanların ceza almaması, hatta övülmesi.
  • Eğitimde: Hak ederek kazananların yerine, torpilli adayların yerleşmesi.
  • Ekonomide: Vergi ödeyenin zor durumda kalması, kayıt dışı çalışanın avantajlı hale gelmesi.

Bu tablolar, bireyde yalnızca öfke değil, aynı zamanda “Ben mi yanlışım?” sorusunu doğurur. İşte tehlike de burada başlar: Kişi, değerlerini sorgulamaya başlarsa, çürüme kendi içinde de kök salabilir.


Çürüme Karşısında Psikolojik Tepkiler

Klinik gözlemlerime göre, ahlaki çürüme karşısında bireylerde üç yaygın tepki vardır:

  1. Uyum Sağlama (Conformity):
    “Madem herkes böyle, ben de öyle yapayım.”
    Kısa vadede konforlu görünse de, uzun vadede suçluluk ve kimlik çatışması yaratır.
  2. Pasif Direniş:
    “Ben kendi halimde iyiliğimi korurum ama sesimi çıkarmam.”
    Bu, tükenmeyi yavaşlatabilir ama çürümeye karşı toplumsal etkisi sınırlı kalır.
  3. Aktif Direniş:
    “Hem değerlerimi korurum hem de elimden geldiğince karşı dururum.”
    Bu yaklaşım, en zor ama en etkili olandır. Dayanışma ve bilinçle desteklenirse sürdürülebilir.

Ahlaki Çürüme ile Baş Etme Stratejileri

İlk adım, çürümenin farkına varmaktır.
Bunu “benim kişisel başarısızlığım” olarak değil, “sistemsel bir sorun” olarak görmek, suçluluk hissini azaltır.

Stephen Covey’in (1989) etki alanı kavramına göre, kontrol edebileceğimiz alanlarda adaleti yaşatmak, hem umudu hem motivasyonu korur.
Örneğin:

  • İş yerinde dürüst ve adil ilişkiler kurmak
  • Çocuklara değer temelli eğitim vermek
  • Komşuluk ilişkilerinde güveni güçlendirmek

Ahlaki yalnızlık, çürümenin en büyük besleyicisidir. Benzer değerlere sahip insanlarla bir araya gelmek, yalnızca psikolojik destek değil, aynı zamanda toplumsal direnç sağlar.

Olumsuz haberlere, yozlaşma örneklerine sınırsız maruz kalmak tükenmişliği artırır (Johnston & Davey, 1997). Bilgi almak gerekli ama dozunu ayarlamak şart.

Ahlaki çürüme, büyük zaferlerle değil, küçük ve sürekli eylemlerle yavaşlatılır:

  • Yanlışa sessiz kalmamak
  • Emeğin hakkını vermek
  • Gücün değil doğrunun yanında olmak

“Sen kötülük yapmıyorsun diye dünya değişmeyebilir. Ama sen kötülük yapmaya başlarsan, kesinlikle değişir. Ve o değişim kötüye olur.”

Ahlaki çürüme, yalnızca “onlar” dediğimiz kişilerle değil, bizim sessizliğimizle de beslenir. Bu yüzden iyiliğini korumak, aslında toplumun sessizce direnen damarlarından biri olmak demektir.


Çürümenin Ortasında Yeşerenler

Toplumsal çürümenin ortasında, değerlerinden vazgeçmeden yaşamak bazen “enayi” gibi hissettirir. Ama unutma: Çürüme toprağı kaplayabilir, fakat yeşeren tek bir sağlam fidan bile, bir gün o toprağın kaderini değiştirebilir.
O fidanlarsak, yalnız değiliz…


İyiliği Sürdürme Cesaretini Canlı Tutmak

Adaletsizlik, yolsuzluk, yozlaşma… Bunlar, toplumsal atmosferi ağırlaştıran, ruhumuzu yoran kelimeler.
Ama işin aslı şu: İyilik yapma cesaretini korumak, ruhsal sağlığın temel ihtiyacıdır.
Araştırmalar, değer temelli yaşam biçiminin depresyon ve tükenmişlik riskini azalttığını gösteriyor (Schwartz, 2012). Yani iyi kalmak, yalnızca başkaları için değil, kendimiz için de yaşamsal bir ihtiyaçtır.


İyiliğin Sessiz Değeri

Birçok insan, yaptığı iyiliklerin fark edilmemesinden şikâyet eder:

  • Trafikte sıraya uymak ama başkalarının aradan girmesi
  • Emeğinin hakkını vermek ama daha az kazananın bile seni geçmesi
  • Dürüst kalmak ama yalancıların avantaj sağlaması

Burada psikolojide gecikmiş ödül kavramı devreye girer.
Mischel’in (1972) meşhur “Marshmallow Deneyi”nde olduğu gibi, anında tatmin yerine uzun vadeli kazanımlara odaklanan bireyler, hem daha başarılı hem daha huzurlu oluyor. İyilik de böyledir: Kazancı hemen görülmez, ama uzun vadede toplumsal ve kişisel bir güven ağı oluşturur.


Cesareti Kıran Tuzaklar

İyiliği sürdürmekte zorlanan kişiler genelde şu üç tuzağa düşer:

  1. “Herkes böyle yapıyor” yanılsaması
    Oysa araştırmalar, toplumlarda hâlâ çoğunluğun etik ilkelere bağlı olduğunu gösteriyor; sadece kötüler daha görünür.
  2. Sonuç odaklı iyilik
    Sadece anında sonuç alınca iyilik yapmak, sürdürülebilir değildir. Süreçten anlam bulmak gerekir.
  3. Ahlaki yalnızlık
    Yalnız hissetmek, direnci zayıflatır. Oysa benzer değerlere sahip kişilerle temas etmek, iyilik enerjisini tazeler.

Cesareti Canlı Tutma Stratejileri

Küçük Zaferleri Görmek

Büyük değişimler yavaş gelir, ama her gün kazandığın küçük zaferleri fark etmek gerekir.

  • Bir arkadaşına haksızlık karşısında destek olmak
  • Çocuğuna adaletli davranmak
  • İş yerinde dürüstlüğünü korumak

Bu küçük eylemler, moral kaslarını güçlendirir.

Dayanışma Ortamı Oluşturmak

Psikolojik olarak, aynı değerleri taşıyan kişilerle bir arada olmak, “ahlaki yalnızlığı” kırar.
Bu bazen bir sivil toplum grubu, bazen mahalle dayanışması, bazen de sadece iki dostun birbirini kollaması olabilir.

Anlam Kaynağını Netleştirmek

Viktor Frankl’ın (1946) İnsanın Anlam Arayışı kitabında vurguladığı gibi, zor zamanlarda ayakta kalmayı sağlayan en güçlü faktör, hayata anlam yüklemektir.
Senin iyiliğinin anlamı nedir?

  • İnandığın dini veya manevi değerler mi?
  • Çocuğuna bırakmak istediğin miras mı?
  • Toplumun daha güvenli olması mı?

Zihinsel Hijyen

Olumsuz haber ve toksik sohbetlere sürekli maruz kalmak, iyilik cesaretini törpüler (Johnston & Davey, 1997). Bilgiye ulaş, ama maruziyetini sınırla.

Kendini Takdir Etmek

İyilik yaparken başkalarının alkışını beklemek yerine, kendi içsel onayını geliştirmek gerekir. Bu, bağımsız bir iyilik enerjisi sağlar.


Bugün yaptığın küçük ama doğru eylemler, yarının görünmez bağışıklık sistemi gibidir; toplumu içeriden korur.
Belki seni alkışlayan olmayacak, ama senin sayende bir çocuk adaletin var olduğuna inanacak, bir genç dürüstlüğü seçmenin mümkün olduğunu görecek.
İşte bu yüzden iyiliğini korumak, yalnızca kendine değil, geleceğe borcundur.


Kaynakça

  • Schwartz, S. H. (2012). An overview of the Schwartz theory of basic values. Online Readings in Psychology and Culture, 2(1).
  • Mischel, W., et al. (1972). Cognitive and attentional mechanisms in delay of gratification. Journal of Personality and Social Psychology, 21(2), 204–218.
  • Frankl, V. E. (1946). Man’s Search for Meaning. Beacon Press.
  • Johnston, W. M., & Davey, G. C. L. (1997). The psychological impact of negative TV news bulletins. Journal of Anxiety Disorders, 11(6), 573–587.
  • Durkheim, E. (1897). Le Suicide. Paris: Félix Alcan.
  • Litz, B. T., et al. (2009). Moral injury and moral repair in war veterans: A preliminary model and intervention strategy. Clinical Psychology Review, 29(8), 695–706.
  • Covey, S. (1989). The 7 Habits of Highly Effective People. Free Press.
  • Johnston, W. M., & Davey, G. C. L. (1997). The psychological impact of negative TV news bulletins. Journal of Anxiety Disorders, 11(6), 573–587.




Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

BİR ÇOCUĞA HASTALIĞI ANLATMAK

Bir çocuğa sevdikleri birinin hastalığını (kanser teşhisi gibi) anlatmak, birçok ebeveyn için zorlayıcı olabilir. Çocuğu koruma isteğiyle bu bilgiyi saklamayı düşünebilirsiniz; ancak çocuklar etrafındaki değişiklikleri fark eder. Bu durumda, çocuklar hayal güçlerini kullanarak eksik bilgileri doldurabilir ve bu da daha fazla korku ve kaygıya yol açabilir. Çocuğa doğru bilgiyi açıkça vermek, güven ve aidiyet hislerinin gelişmesini destekleyecektir.

Konuşmaya Hazırlanın

Çocuğunuzla konuşmadan önce, ne söyleyeceğinizi planlayın. Bu konuşmayı yaparken sakin bir ortamda olmayı tercih edin. Çocuğa yaşına uygun açıklamalar yaparak sorularını yanıtlayın. Çocuğunuzun öğretmeni veya yakın çevresiyle de iletişimde olmak, onun daha iyi destek almasını sağlar.

Yaşlarına uygun kelimeler ve fikirler kullanarak, onların anlama seviyesine göre bilgi verin. Çocukların soruları, onların ne kadar bilgi almak istediklerini gösterir. Çoğunlukla, yetişkinler gibi, yeterince bilgi aldıklarında dinlemeyi bırakırlar. Çocukları korkuları ve kaygıları hakkında konuşmaya teşvik edin. Kanserin bulaşıcı olmadığını ve hastalığa dair yanlış anlaşılmaları ortadan kaldıran bilgiler verin. Aynı bilgileri birden fazla kez vermeniz gerekebilir.

Bazen, çocukların sizinle konuşmaktansa başka bir yetişkinle konuşmasının daha uygun olduğunu düşünebilirsiniz. Bir ruh sağlığı uzmanı, başka bir yetişkinin bu konuşmayı yapmasının gerekip gerekmediğine karar vermenize yardımcı olabilir. 

Çocuklarınızın size yardım etmesine izin verin. Küçük çocuklar geçmiş olsun kartları yapabilir veya bir çiçek getirebilir. Daha büyük çocuklar kitap okuyabilir veya bazı ev işlerinde yardımcı olabilir. Her yaş grubundan çocuklar size eşlik edebilir ya da sizinle kısa bir yürüyüşe çıkabilir. 

Onları ne kadar sevdiğinizi hatırlatarak başlayabilirsiniz. Yorgun veya gergin hissetseniz bile onları sevdiğinizi ve her zaman seveceğinizi bilmelerini sağlayın. Onlarla ne kadar gurur duyduğunuzu anlatın. Hasta olmanızın onların suçu olmadığını da vurgulayın.

0-3 Yaş

Bu yaş grubundaki çocuklar hastalığı anlamaz ancak çevrelerindeki değişiklikleri ve duygusal tepkileri fark ederler. Rutin değişiklikleri, uyku ve yeme düzenlerinde bozulmalar yaratabilir. Bu durumda, çocuk fiziksel ve sözlü güvenceye ihtiyaç duyabilir.

4-6 Yaş

Bu yaş grubundaki çocuklar hastalığı anlamaya başlar ama kanser gibi ciddi hastalıkların ne anlama geldiğini kavrayamaz. Kendi veya sevdikleri birinin hastalığa neden olmadığı konusunda onları rahatlatın. Günlük rutin değişikliklerini önceden açıklamak, çocukların belirsizlik korkusunu azaltır.

7-12 Yaş

Bu yaş grubu hastalıklar hakkında daha fazla bilgiye sahip olabilir. Çocuğun okulda veya arkadaş çevresinden duyduğu yanlış bilgileri düzeltin ve ona kanserin bulaşıcı olmadığını açıklayın. Sevdiklerinin geçirebileceği fiziksel değişimleri önceden anlatarak, hazırlıklı olmalarını sağlayabilirsiniz. Çocuğun duygularını gizlemesi durumunda depresyon belirtilerine dikkat edin.

13-18 Yaş

Ergenler, hastalıkların ne olduğunu anlayabilir ve bazen sevdiklerine yardım etmek isteyebilirler. Ancak bu sorumluluğu fazlaca üstlenmemelerine dikkat edin. Ayrıca, bu yaş grubundaki gençler bağımsızlık arayışı içinde oldukları için duygularını paylaşmakta zorlanabilirler. Kızgınlık, riskli davranışlar veya içe kapanma gibi tepkiler görülebilir. Duygu durumlarını takip edin ve okul danışmanlarından destek almaktan çekinmeyin.

Her çocuğun bu süreçte bireysel bir tepki verebileceğini unutmayın ve gerektiğinde sağlık profesyonelleri ile iletişime geçerek ek destek alın. Çocuğunuzun yaşına ve duygusal ihtiyacına uygun bir şekilde bilgi paylaşmak, bu zorlu süreci daha sağlıklı bir şekilde aşmanıza yardımcı olacaktır.

Yetişkin Çocuklarla Konuşmak

Yetişkin çocuklarınız ya da torunlarınızla ilişkiniz, kanser teşhisinizle birlikte değişebilir. Onlara duygusal destek ya da fiziksel bakım için başvurmanız gerekebilir. Ancak onları üzmek ya da günlük yaşamlarını zorlaştırmak istemediğiniz için teşhisi paylaşmaktan çekinebilirsiniz. Yine de, yakın aile üyelerinin durumunuzdan haberdar olması önemlidir.

  • Özel bir yerde konuşmayı tercih edin.
  • Kimsenin acele etmediği bir zamanı seçin ve tüm söylemek istediklerinizi rahatça ifade edin.
  • Hazır hissettiğinizde sahip olduğunuz bilgileri onlarla paylaşın.
  • Duygularınız hakkında dürüst olun.
  • Size destek olabilecek durumdalarsa, yardımlarını sunmalarına izin verin. Yardım için başka kimseye başvuramayacağınız durumları da açıkça ifade edin.
  • İleriye dönük sağlık bakımınızla ilgili kararları onlara bırakmayı planlıyorsanız, bunu da onlarla paylaşın.

Bu tür bilgiler, özellikle yakın aile üyeleri için yeni ve zorlayıcı olabilir. Beklediğinizin dışında bir tepki verebilirler; durumu kendi hızlarında ve kendi yöntemleriyle kabullenmeleri için onlara zaman tanıyın.

Desteğe ihtiyacınız olduğunda size destek sağlamak için buradayım…








Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

MOTİVASYON

İçsel ve Dışsal Dinamikler

Motivasyon, insan davranışlarının temelinde yatan ve bireyleri hedeflerine ulaşmaya iten güçlü bir kavramdır. Günlük hayatta birçok kez “motivasyonum düşük” ya da “bu işi yapmak için motivasyona ihtiyacım var” gibi ifadeler kullanırız. Peki, motivasyon tam olarak nedir? Neden bazı insanlar hedeflerine ulaşmak için kolayca motive olurken, diğerleri için bu süreç daha zorlu geçer?


Motivasyon Nedir?

Motivasyon, bir davranışı başlatma, sürdürme ve yönlendirme sürecidir. Psikolojide, motivasyon genellikle iki ana kategoriye ayrılır: içsel motivasyon ve dışsal motivasyon.

  1. İçsel Motivasyon: Kişinin kendi içinden gelen, ödül veya ceza beklentisi olmaksızın bir aktiviteyi yapma isteğidir. Örneğin, bir hobiyle uğraşmak, yeni bir şey öğrenmek veya sanatla ilgilenmek içsel motivasyon örnekleridir. İçsel motivasyon, kişinin kendi değerleri, ilgi alanları ve tutkularıyla yakından ilişkilidir.
  2. Dışsal Motivasyon: Dışarıdan gelen ödüller veya cezalarla ilişkilidir. Örneğin, bir işte terfi almak için çalışmak, para kazanmak veya sosyal onay görmek dışsal motivasyon kaynaklarıdır. Dışsal motivasyon, kısa vadede etkili olsa da, uzun vadede sürdürülebilir olmayabilir.

Motivasyonun Psikolojik Temelleri

Motivasyon, psikolojide birçok teoriyle açıklanmaya çalışılmıştır.

Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi: Abraham Maslow, insan motivasyonunun temelinde bir ihtiyaçlar hiyerarşisi olduğunu öne sürer. Bu hiyerarşi, fizyolojik ihtiyaçlardan (yemek, su, barınak) başlayarak, güvenlik, ait olma, sevgi, saygı ve nihayetinde kendini gerçekleştirme ihtiyacına kadar uzanır. Maslow’a göre, bir ihtiyaç karşılandığında, bir sonraki ihtiyaç motivasyon kaynağı haline gelir.

Deci ve Ryan’ın Kendi Kendini Belirleme Teorisi (Self-Determination Theory): Bu teori, içsel motivasyonun üç temel ihtiyaçla ilişkili olduğunu savunur: özerklik (kendi seçimlerini yapma hissi), yeterlilik (bir görevi başarıyla yerine getirme hissi) ve ilişkililik (başkalarıyla bağ kurma hissi). Bu ihtiyaçlar karşılandığında, bireyler daha motive ve mutlu hissederler.

Bandura’nın Öz-Yeterlilik Teorisi: Albert Bandura, öz-yeterlilik inancının (bir görevi başarabileceğine dair inanç) motivasyon üzerinde kritik bir rol oynadığını belirtir. Yüksek öz-yeterlilik, bireyleri zorlu görevlere karşı daha dirençli ve motive hale getirir.


Motivasyon üzerine yapılan araştırmalar, içsel ve dışsal motivasyonun farklı etkilerini ortaya koymuştur:

İçsel Motivasyonun Uzun Vadeli Etkisi: Deci ve Ryan’ın 2000 yılında yaptığı bir meta-analiz, içsel motivasyonun uzun vadede daha sürdürülebilir olduğunu göstermiştir. İçsel olarak motive olan bireyler, daha yaratıcı, dirençli ve mutlu hissetme eğilimindedir.

Dışsal Ödüllerin Sınırlılığı: 1971 yılında yapılan bir çalışmada, dışsal ödüllerin (para, övgü gibi) içsel motivasyonu azaltabileceği bulunmuştur. Özellikle, bir aktivite zaten içsel olarak motive ediciyse, dışsal ödüller kişinin o aktiviteye olan ilgisini azaltabilir. Bu fenomen “aşırı gerekçelendirme etkisi” olarak bilinir.

Öz-Yeterlilik ve Başarı: Bandura’nın 1997 yılında yaptığı bir araştırma, öz-yeterlilik inancının akademik ve mesleki başarıyı önemli ölçüde etkilediğini göstermiştir. Öz-yeterliliği yüksek olan öğrenciler, zorlu görevler karşısında daha az stres yaşar ve daha fazla çaba gösterir.


Motivasyonu Artırmak İçin Stratejiler

  1. Küçük Adımlarla Başlayın: Büyük hedefler bazen bunaltıcı olabilir. Küçük, ulaşılabilir adımlarla başlamak, motivasyonu artırabilir ve başarı hissini güçlendirebilir.
  2. İçsel Motivasyon Kaynaklarını Keşfedin: Bir aktiviteyi neden yaptığınızı sorgulayın. Eğer içsel bir neden bulabilirseniz, motivasyonunuz daha kalıcı olacaktır.
  3. Öz-Yeterliliğinizi Geliştirin: Kendinize güveninizi artırmak için geçmiş başarılarınızı hatırlayın ve olumlu içsel diyaloglar kurun.
  4. Destekleyici Bir Çevre Oluşturun: Ait olma hissi, motivasyonu artıran önemli bir faktördür. Hedeflerinizi paylaşabileceğiniz ve size destek olacak bir çevre edinin.
  5. Dengeli Ödüller Kullanın: Dışsal ödüller, içsel motivasyonu zayıflatmadan kullanıldığında etkili olabilir. Ödüllerinizi, kişisel gelişiminizi destekleyecek şekilde planlayın.

Motivasyon, hem içsel hem de dışsal dinamiklerin birleşimiyle şekillenen karmaşık bir süreçtir. İçsel motivasyon, uzun vadeli hedefler için daha sürdürülebilir bir kaynak sunarken, dışsal motivasyon kısa vadeli hedeflerde etkili olabilir. Kendinizi tanımak, ihtiyaçlarınızı keşfetmek ve doğru stratejileri uygulamak, motivasyonunuzu artırmanın anahtarıdır.

Unutmayın, motivasyon bir varış noktası değil, bir yolculuktur. Bu yolculukta kendinize şefkatle yaklaşın ve küçük adımların gücünü hafife almayın.


Daha derin bir içgörü için bir uzmanla çalışmanız her zaman faydalı olacaktır.






Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

Yaren Leylek ve Adem Amca: Doğanın Bize Öğrettiği Duygusal Bağlar

Her yıl baharın gelişiyle birlikte Bursa’nın Karacabey ilçesinde yaşanan bir buluşma, hem yerel halk hem de doğa severler için büyük bir heyecan kaynağı. Yaren Leylek, 14 yıldır her bahar Adem Amca’nın yanına geliyor. Bu buluşma, sadece bir leylek ile bir insanın dostluğunu değil, aynı zamanda doğanın bize öğrettiği derin psikolojik dersleri de hatırlatıyor.

Kullanmış olduğum fotoğraf bu sabahtan, Alper Tüydeş’e aittir. O anlardaki hisleri, bana da geçiren bu fotoğraf için teşekkürler!

Duygusal Bağların Evrenselliği

Yaren Leylek ve Adem Amca’nın hikayesi, duygusal bağların türler üstü olduğunu gösteriyor. İnsanlar, hayvanlarla derin ve anlamlı ilişkiler kurabilir. Bu tür bağlar, aidiyet duygusunu besler ve yalnızlık hissini azaltır. Adem Amca’nın Yaren Leylek’e gösterdiği sevgi ve ilgi, onun hayatına anlam katan bir unsura dönüşmüş durumda. Bu, özellikle yaşlı bireyler için duygusal refahı artıran önemli bir faktördür.

Rutinler ve Aidiyet Duygusu

Yaren Leylek’in her yıl aynı yere geri dönmesi, rutinlerin ve aidiyet duygusunun önemini vurguluyor. Psikolojide, rutinler güvenlik ve istikrar hissi sağlar. Adem Amca için Yaren’in gelişi, baharın habercisi olmanın ötesinde, hayatında bir düzen ve anlam ifade ediyor. Bu tür ritüeller, özellikle belirsizliklerle dolu bir dünyada bize tutunacak bir dal sunar.

Doğanın İyileştirici Gücü

Doğa, insan psikolojisi üzerinde iyileştirici bir etkiye sahiptir. Yaren Leylek ve Adem Amca’nın hikayesi, doğayla kurulan bağın stresi azalttığını, mutluluk hormonu olan serotonin seviyelerini artırdığını ve genel duygusal refahı desteklediğini gösteriyor. Adem Amca’nın Yaren ile kurduğu ilişki, doğanın bize sunduğu terapiyi somutlaştırıyor.

Empati ve Şefkatin Gücü

Bu hikaye, empati ve şefkatin sadece insanlar arasında değil, tüm canlılar arasında var olabileceğini hatırlatıyor. Adem Amca’nın Yaren’e gösterdiği ilgi, onun ihtiyaçlarını anlamaya çalışması ve ona sevgiyle yaklaşması, şefkatin evrensel bir dil olduğunu gösteriyor. Empati, psikolojik sağlık için kritik bir beceridir ve bu hikaye, bunun sınırlarının olmadığını kanıtlıyor.


Yaren Leylek’in Gelişini Beklemek: Heyecan, Kaygı

Yaren Leylek’in her yıl bahar aylarında Bursa’nın Karacabey ilçesine gelişi, yalnızca doğal bir olay değil, aynı zamanda insanların duygusal ve psikolojik dünyasını derinden etkileyen bir ritüeldir. Bu bekleyiş süreci, heyecan, umut, aidiyet ve hatta kaygı gibi karmaşık duyguları beraberinde getirir.

Beklenti ve Dopamin: Beynin Ödül Sistemi

Yaren Leylek’in gelişini heyecanla beklemek, beynin ödül sistemini harekete geçirir. Dopamin, ödül ve motivasyonla ilişkili bir nörotransmitterdir. Bir şeyi dört gözle beklediğimizde, beynimiz dopamin salgılar ve bu da bizi mutlu, enerjik ve motive hissettirir. Yaren’in gelişini beklemek, bir tür “pozitif beklenti” yaratır. Bu beklenti, özellikle belirsizliklerle dolu bir dünyada bize umut ve neşe verir.

Ancak, Yaren’in gelişi geciktiğinde bu dopamin salınımı sekteye uğrar. Beklentiyle başlayan süreç, yerini belirsizliğe bırakır. Bu durum, beynin ödül sisteminde bir tür “ödül ertelenmesi” yaratır ve bu da kaygıya neden olabilir.

Belirsizlik ve Kaygı: Amigdalanın Rolü

Belirsizlik, insan beyni için en zorlu durumlardan biridir. Yaren’in gelişinin gecikmesi, belirsizliği artırır ve bu da amigdalanın (beynin korku ve kaygı merkezi) aktivasyonuna neden olur. Amigdala, tehdit algıladığında veya belirsizlik durumunda “savaş ya da kaç” tepkisini tetikler. Bu süreçte kortizol (stres hormonu) seviyeleri yükselir ve kaygı hissi artar.

Özellikle Yaren gibi sembolik bir figürün gelişinin gecikmesi, insanların bilinçaltında “bir şeylerin yanlış gittiği” hissini uyandırabilir. Bu, doğal bir savunma mekanizmasıdır çünkü insan beyni, belirsizliği bir tür tehdit olarak algılar.

Aidiyet ve Bağlanma: Sosyal Psikolojinin Rolü

Yaren Leylek, yalnızca bir leylek değil, aynı zamanda bir aidiyet sembolüdür. Onun gelişi, insanlar için bir tür “evine dönüş” hissi yaratır. Bu, bağlanma teorisiyle açıklanabilir. John Bowlby’nin bağlanma teorisine göre, insanlar güvenli bağlanma figürlerine ihtiyaç duyar. Yaren, Adem Amca ve çevresindeki insanlar için bir tür güvenli bağlanma figürü haline gelmiştir. Onun gelişi, güven ve istikrar hissi sağlar.

Ancak, Yaren’in gelişinin gecikmesi, bu güvenli bağlanma hissini tehdit eder. Bu durum, özellikle bağlanma stilleri güvensiz olan bireylerde daha fazla kaygıya neden olabilir. Örneğin, kaygılı bağlanma stiline sahip bireyler, Yaren’in gelmeme ihtimaline karşı daha fazla endişe duyabilir.

Ritüeller ve Psikolojik Denge

Yaren’in gelişi, bir tür ritüeldir. Ritüeller, insan psikolojisi için denge ve düzen sağlar. Carl Jung’a göre, ritüeller bilinçdışı süreçleri düzenler ve bireyin psikolojik bütünlüğünü korumasına yardımcı olur. Yaren’in gelişi, insanlar için bir tür “doğal ritüel” haline gelmiştir. Bu ritüel, özellikle modern dünyanın kaotik yapısı içinde bir denge unsuru olarak işlev görür.

Ancak, ritüellerin bozulması (örneğin, Yaren’in gelişinin gecikmesi), bu dengeyi tehdit eder. Bu durum, insanlarda bir tür “ritüel kaybı” hissi yaratır ve bu da kaygıya neden olabilir.

Umut ve Çaresizlik: Öğrenilmiş Çaresizlik Teorisi

Yaren’in gelişinin gecikmesi, insanlarda umut ve çaresizlik arasında bir ikilem yaratır. Martin Seligman’ın “öğrenilmiş çaresizlik” teorisine göre, bireyler kontrol edemedikleri durumlarda çaresizlik hissine kapılabilir. Yaren’in gelişi, insanların kontrol edemediği bir durumdur. Bu nedenle, gelişinin gecikmesi, özellikle hassas bireylerde çaresizlik hissini tetikleyebilir.

Ancak, Yaren’in nihayet gelmesi, bu çaresizlik hissini ortadan kaldırır ve umudu yeniden canlandırır. Bu süreç, insanların doğal döngülere olan inancını güçlendirir.

Toplumsal Bağ ve Kolektif Heyecan

Yaren’in gelişi, yalnızca bireysel değil, toplumsal bir heyecan kaynağıdır. Bu tür kolektif deneyimler, sosyal psikolojide “toplumsal bağ” olarak adlandırılır. Emile Durkheim’a göre, kolektif ritüeller toplumun bir arada kalmasını sağlar. Yaren’in gelişi, insanlar arasında bir dayanışma ve paylaşım duygusu yaratır. Bu durum, özellikle modern toplumlarda giderek azalan sosyal bağları güçlendirir.

Ancak, Yaren’in gelişinin gecikmesi, bu toplumsal bağı tehdit eder. Bu nedenle, insanların kaygılanması sadece bireysel değil, kolektif bir tepkidir.

Belki de Yaren’in gelişini beklemek, modern dünyanın hızına karşı bir tür “yavaşlama” çağrısıdır. Doğayla kurduğumuz bu bağ, bize kendi iç dengemizi bulmamız için bir fırsat sunar.







Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

YAVAŞLA

Psikolojinin Bize Öğrettikleri ve Kültürlerin İlham Veren Ritimleri

Bugün sizinle modern dünyanın hızına karşı bir panzehir olan “yavaşlamak” üzerine konuşalım mı?

Klinik psikolog olarak, danışanlarımla yaptığım görüşmelerde sık sık şu cümleyi duyuyorum: “Durup nefes alacak zamanım yok.” Peki, gerçekten öyle mi? Yoksa biz mi kendimizi bu hıza mahkum ediyoruz?

Gelin, yavaşlamanın psikolojik faydalarına, farklı ülkelerdeki kültürlerin bize öğrettiklerine ve çocuklarla ilişkimize bir göz atalım.


Yavaşlamanın Psikolojik Faydaları

Yavaşlamak, sadece romantik bir fikir değil, aynı zamanda psikolojik sağlığımız için bir gereklilik. İşte bilimin bize söyledikleri:

  • Hızlı yaşam tarzı, kronik stresi tetikler ve kortizol seviyelerini yükseltir. Yavaşlamak ise parasempatik sinir sistemini aktive ederek, vücudun “dinlen ve sindir” moduna geçmesini sağlar (Sapolsky, 2004). Bu da stresi azaltır ve duygusal dengeyi destekler.
  • Mindfulness (anda kalma) pratikleri, yavaşlamanın en etkili yollarından biridir. Jon Kabat-Zinn’in 1990’larda geliştirdiği Mindfulness Temelli Stres Azaltma (MBSR) programı, yavaşlamanın kaygı ve depresyonu azalttığını gösteriyor. Yavaşlamak, bize “şimdi ve burada” olmayı öğretir.
  • Beynimizin Default Mode Network (DMN) adı verilen bir ağı, dinlenme sırasında aktive olur. Bu ağ, yaratıcı düşüncelerin ortaya çıkmasını sağlar (Buckner et al., 2008). Yani, yavaşladığımızda aslında beynimiz daha yaratıcı olur!

Hygge’den Ikigai’ye İlham Veren Gelenekler

Farklı kültürler, yavaşlamayı bir sanat haline getirmiş.

  • Hygge (Danimarka): Hygge, Danimarka’da sıcaklık, rahatlık ve samimiyet anlamına gelir. Araştırmalar, hygge’nin insanların mutluluk seviyelerini artırdığını gösteriyor (Sørensen, 2016). Mum ışığı, sıcak bir battaniye ve sevdiklerinizle geçirilen zaman, hygge’nin özünü oluşturur. Bu, yavaşlamanın en keyifli hali!
  • Lagom (İsveç): Lagom, “ne az ne çok, tam kararında” demek. Bu felsefe, dengeli bir yaşam sürmeyi öğütler. İsveçliler, lagom sayesinde iş-yaşam dengesini koruyor ve stresi minimumda tutuyor.
  • Ikigai (Japonya): Ikigai, “yaşam amacı” anlamına gelir. Japonlar, ikigai’lerini bulduklarında daha uzun ve mutlu bir yaşam sürüyor (Buettner, 2005). Yavaşlamak, ikigai’yi keşfetmek için bir fırsattır.

Çocuklar Hızlandırmak mı, Yavaşlamayı Öğrenmek mi?

“Hadi” ile Büyüyen Çocuklar

Modern ebeveynlik, çocukları sürekli bir aktivite ve başarı baskısı altında tutuyor. Ancak, çocukların yavaşlamaya ihtiyacı var. İşte nedenleri:

  • Doğal Öğrenme Hızı: Jean Piaget’nin bilişsel gelişim teorisine göre, çocuklar kendi hızlarında öğrenir. Onları hızlandırmak, öğrenme süreçlerini olumsuz etkileyebilir (Piaget, 1952).
  • Oyunun Gücü: Oyun, çocukların duygusal ve sosyal becerilerini geliştirir. Yavaşlamak, onlara daha fazla oyun zamanı tanır. Carl Rogers’ın da dediği gibi, “Çocuklar, kendi hızlarında büyüdüklerinde daha sağlıklı bireyler olurlar.”
  • Duygusal Denge: Yavaşlamak, çocukların duygusal olarak dengeli olmalarına yardımcı olur. Sürekli koşuşturma, kaygı ve stres yaratabilir (Goleman, 1995).

Çocuklardan yavaşlamayı öğrenmek, aslında onların doğal ritimlerine saygı duymak anlamına gelir.

Onlara “hadi” demek yerine, onların keşfetme ve öğrenme süreçlerine eşlik etmek daha sağlıklıdır.


Yavaşlamayı Hayata Geçirmek

Yavaşlamak, bir yaşam tarzı haline getirilebilir. İşte bazı pratik öneriler:

  • Gün içinde belirli saatlerde teknolojiden uzak durun. Bu, zihninizi boşaltmanıza yardımcı olur.
  • Doğa yürüyüşleri, piknikler veya bahçe işleri, yavaşlamak için harika yollardır.
  • Sabah kahvenizi yavaşça içmek veya akşam yemeğini aileyle birlikte yemek gibi küçük ritüeller, yavaşlamanıza yardımcı olur.
  • Çocukların oyunlarına katılmak, hem onlarla bağ kurmanızı hem de yavaşlamanızı sağlar.









Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

GENÇLER İÇİN HAYAT NASIL KOLAYLAŞTIRILIR?

Türkiye’de genç yaşta intihar oranları, son yıllarda artış göstermiştir. Ancak kesin verilere dayanarak Türkiye genelindeki intihar oranını belirtmek zordur, çünkü bu veriler genellikle kamuoyuna açık olarak sunulmamaktadır ve bazen yanlış ya da eksik olarak kaydedilebilir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) gibi resmi kurumların verileri genellikle yıllık bazda sunulur, ancak bu veriler genellikle yaş, cinsiyet ve coğrafi bölge gibi farklı değişkenler üzerinden detaylandırılmaz.

En fazla intihar eden yaş grubu 20-24 yaş aralığındaki gençler. 2021’deki toplam 4 bin 158 intiharın 523’ünü 25-29 yaş aralığındaki gençler oluşturdu. Bunu 508 intiharla 20-24 yaş aralığı ve 448 intiharla 30-34 yaş aralığı takip etti. 25-29 yaş aralığında intihar edenlerin sayısı 2019’da 364 kişi iken 2020’de 442’ye, 2021’de ise 523’e çıkmış oldu.
2021 sonrası , 2022 2023 2024?

İstanbul’da Marmaray gibi yoğun kullanılan toplu ulaşım araçlarında intihar vakalarının sık yaşanmaya başlaması benim gibi bir çoğunuza nedenini düşündürmüştür; birkaç sebebi olabilir. Toplumsal baskılar, ekonomik sıkıntılar, işsizlik, aile problemleri gibi faktörler aklımıza ilk gelenlerdir. İntihar girişimleri depresyon, anksiyete, travma sonucu da ortaya çıkabilir.

İntihar girişimi riskini azaltmak için duygusal destek, profesyonel yardım ve toplumsal farkındalık önemli rol oynamaktadır. Bu konuda dikkatli ve özenli bir iletişim yaklaşımıyla gençlerin desteklenmesi gerekmektedir. İntihar düşüncesi olan bir gençle iletişim kurarken ne yapılmalı?
Genç ile samimi bir iletişim kurun, duygularını gerçekten anlamaya çalışın. Onun yaşadığı zorlukları ve duygularını anlamaya çalışmanız, iletişimi güçlendirecektir. Bu iletişimde aktif dinleme önemlidir. Onun duygularını, düşüncelerini ve yaşadığı sıkıntıları dikkatlice dinleyin. İhtiyaç duyduğu konularda yönlendirme yapabilir ve profesyonel yardım almaya teşvik edebilirsiniz. Aranızda güvenilir bir iletişim ortamı oluşturarak konuşmalarınızın gizliliğini koruyun. Eğer ki genç birey size intihar düşüncelerine dair planlar paylaşır ise, mutlaka bir psikolog ve psikiyatrist ile görüşmesini teşvik edin. Profesyonel yardım almak, intihar girişimi riskini azaltmada önemli bir adımdır.

Türkiye’de intihar eden gençlerin başlıca nedenlerini bilirsek, çözüm de bulabiliriz.

  • Depresyon, anksiyete, bipolar bozukluk gibi ruh sağlığı sorunları gençlerde intihar riskini artırabilir. Bu tür sorunlar gençlerin yaşam kalitesini düşürebilir ve umutsuzluk hissi yaratabilir.
  • Aile içi çatışmalar, ailede yaşanan şiddet, ayrılık gibi durumlar gençlerde intihar riskini artırabilir. Aile desteği eksik olduğunda gençler kendilerini yalnız hissedebilirler.
  • Yoksulluk, işsizlik, ekonomik sıkıntılar gençlerde umutsuzluk ve intihar düşünceleri yaratabilir.
  • Yoğun akademik baskılar, başarı beklentileri, işsizlik, iş yerindeki stres gibi faktörler de intihar riskini artırabilir. Gençler bu tür baskılar altında kendilerini değersiz hissedebilirler.
  • Uyuşturucu ve alkol gibi madde kullanımı, gençlerin kontrolsüz davranışlar sergilemelerine ve intihar riskini artırmalarına neden olabilir.
  • Teknoloji kullanımıyla birlikte fiziksel olarak bir arada olunsa bile gençler arasında sosyal izolasyon ve yalnızlık artmış durumda. Bu da intihar riskini artırabilir.
  • LGBT+ gençlerde aile ve toplumdan kabul görmeme, ayrımcılık ve dışlanma gibi sorunlar intihar riskini artırabilir.

Gençler için hayatı kolaylaştırmak için birçok farklı alan üzerinde çalışma yapılmalı;

  • Gençlerin eğitime erişimlerini artırmak ve kariyer olanakları sunmak önemlidir. Eğitimde fırsat eşitliği sağlanmalı, mesleki rehberlik hizmetleri ve staj imkanları sunulmalıdır.
  • Gençlere psikolojik destek ve danışmanlık hizmetleri sunarak ruh sağlıklarını korumak önemlidir. Okullarda ve toplumda mental sağlık konularında farkındalık yaratılmalıdır.
  • Gençlerin sosyal çevrelerde aktif olmaları teşvik edilmeli, sosyal etkinlikler düzenlenmeli ve toplumsal dayanışma sağlanmalıdır.
  • Gençlerin dijital becerilerini geliştirmeleri ve bilgiye erişimlerini kolaylaştırmak için teknolojik altyapılar güçlendirilmeli, dijital okuryazarlık eğitimleri verilmelidir.
  • Gençlerin iş bulma ve girişimcilik fırsatlarına erişimlerini artırmak için destekleyici politikalar ve programlar oluşturulmalıdır.
  •  Gençlerin sağlık hizmetlerine erişimlerini kolaylaştırmak ve sağlıklı yaşam biçimleri konusunda bilinçlenmelerini sağlamak önemlidir.
  •  Gençler arasında cinsiyet, etnik köken, sosyoekonomik statü gibi farklılıkların neden olduğu ayrımcılığın önlenmesi ve eşitlikçi politikaların desteklenmesi gereklidir.
  • Gençlere çatışma çözme becerileri kazandırılmalı ve empati güçlendirilmelidir. Bu sayede gençlerin sorunlarıyla başa çıkma yetenekleri artar ve toplumsal uyum sağlanabilir.

Tüm bunlar, gençlerin potansiyellerini gerçekleştirmelerini ve daha sağlıklı bir yaşam sürmelerini destekleyecektir.

Gençlerin güvenli alanlara ihtiyacı var

Fiziksel Güvenlik: Bu, sokaklarda, okullarda, parklarda ve diğer toplumsal alanlarda güvenliği sağlamakla ilgilidir. Aydınlatma, güvenlik kameraları, güvenlik personeli gibi önlemler alınarak gençlerin fiziksel güvenliği korunabilir.

Duygusal Destek: Güvenli alanlar gençlerin duygusal ihtiyaçlarına da yanıt verebilmelidir. Bu alanlarda gençlerin duygularını ifade edebilecekleri, anlaşıldıklarını hissedebilecekleri ve destek alabilecekleri ortamlar sağlanmalıdır. Okullarda danışmanlık hizmetleri, gençlik merkezleri gibi yerler duygusal destek sağlamak için önemlidir.

Eğitim ve Kariyer Olanakları: Gençlerin geleceklerini planlamalarına ve kendilerini geliştirmelerine yardımcı olacak eğitim ve kariyer olanakları da güvenli alanların bir parçasıdır. Nitelikli eğitim imkanları, staj olanakları, mentorluk programları gibi uygulamalar gençlerin güvenli bir gelecek için adım atmalarına yardımcı olabilir.

Toplumsal Katılım ve İfade Özgürlüğü: Gençlerin toplumsal yaşama katılımını teşvik etmek ve farklı düşünceleri ifade edebilecekleri özgür alanlar yaratmak da önemlidir. Gençlik merkezleri, gençlik dernekleri gibi yerlerde gençlerin kendilerini ifade etmeleri ve topluma katkıda bulunmaları teşvik edilmelidir.

Bu alanlar gençlerin gelişimini desteklerken, aynı zamanda toplumun geleceğini şekillendirir ve daha sağlıklı bir toplum oluşturulmasına katkı sağlar.

Sağlıklı aile içi iletişim, gençleri kurtarabilir!

Sağlıklı iletişim, bireyler arasında anlayış, saygı, açıklık ve empati temelinde kurulan iletişimdir; aile üyelerinin duygularını ifade etmelerini, ihtiyaçlarını açıkça belirtmelerini ve karşılıklı olarak birbirlerini dinlemelerini sağlar.

  • Aile üyeleri arasında iletişimde açıklık ve dürüstlük önemlidir. Duyguların ifade edilmesi, düşüncelerin paylaşılması ve sorunların açık bir şekilde konuşulması sağlıklı iletişimi destekler.
  • Aile üyeleri birbirlerinin duygularını anlamaya ve empati göstermeye çalışmalıdır. Empati, iletişimde karşılıklı anlayışı ve saygıyı artırır.
  • İyi bir iletişim için dinleme becerileri oldukça önemlidir. Aile üyeleri birbirlerini dikkatlice dinlemeli, söylenenleri anlamaya çalışmalı ve gerektiğinde geri bildirimde bulunmalıdır.
  • Eleştiri ve tartışmalar kaçınılmaz olabilir ancak bu süreçlerin yapıcı bir şekilde yönetilmesi gerekir. Eleştiri yapılırken olumlu geri bildirim verilmeli, tartışmalar ise saygılı bir şekilde yürütülmelidir.
  • Aile içi iletişimde hataların kabul edilmesi, özürleşme ve affetme süreçleri sağlıklı ilişkilerin temelini oluşturur. Bu süreçler sayesinde ilişkiler onarılarak güçlenir.
  • Aile üyeleri birlikte zaman geçirerek ilişkilerini güçlendirebilirler. Ortak ilgi alanlarına yönelik aktiviteler yapmak, iletişimi destekleyen bir etkidir.

Sağlıklı aile içi iletişimi desteklemek için aşağıdaki adımlar da önemlidir:

– Aile içi iletişim eğitimleri düzenlemek ve iletişim becerilerini geliştirmeye yönelik programlar sunmak.

– Aile içi ilişkileri güçlendirmek ve aile bireyleri arasındaki bağları artırmak için aile terapisi veya danışmanlık hizmetlerinden faydalanmak.

– Olumlu davranışları desteklemek, olumsuz davranışları ise yapıcı bir şekilde ele almak.

– Aile içinde iletişimi teşvik eden ve destekleyen bir ortam oluşturmak, her bireyin kendini ifade etmesine olanak sağlamak.

Sağlıklı aile içi iletişim, aile üyelerinin mutluluğunu ve sağlığını olumlu yönde etkilerken, aynı zamanda çatışma ve stresi azaltır, duygusal bağları güçlendirir ve bireylerin kişisel gelişimini destekler.











Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

YENİ YIL VE YİNE BEN

yeni yılda yeni ben değil, gelişen ve öğrenen ‘istediğim’ ben

Sevgili Okuyucular,

Yılın sonlarına yaklaştığımız bu günlerde, hepimiz geçmişe bir göz atmış, yaşadıklarımızı değerlendirmiş ve gelecek için umutlarımızı belirlemişizdir. Yeni bir yılın eşiğinde, zihinsel sağlığımızı güçlendirmek ve daha anlam dolu bir yaşam için adımlar atmaya ne dersiniz?

Geçmişi Kabul Etme
Yıl boyunca yaşadıklarımızın bir öğrenme süreci olduğunu anlamak önemlidir. Her deneyim, bizi güçlendiren birer ders içerir. Geçmişi kabul etmek ve kendimize nazik olmak, yeni bir yıla sağlıklı bir başlangıç yapmanın ilk adımıdır.

Hedef Belirleme ve Planlama
Yeni yıl, hayatımızda değişiklik yapmak için harika bir fırsattır. Ancak, hedeflerimizi belirlerken gerçekçi olmalıyız. Küçük, ulaşılabilir hedefler belirlemek, motivasyonumuzu artırabilir ve başarı hissi yaratmamıza yardımcı olabilir.

Duygusal Refah İçin Zaman Ayırma
Yoğun günlük yaşantımız arasında duygusal refahımıza zaman ayırmak kolay değil. Ancak, kendimize küçük bir “zaman molası” vermek, meditasyon, kitap okuma veya hobilerle uğraşmak gibi aktivitelerle zihinsel sağlığımızı destekleyebiliriz.

Sosyal Bağlantıları Güçlendirme
İnsanlar olarak sosyal varlıklarız ve ilişkilerimiz önemlidir. Yeni yıl, ailemizle, arkadaşlarımızla ve sevdiklerimizle daha fazla zaman geçirmek, ilişkilerimizi güçlendirmek ve destek ağımızı genişletmek için güzel bir fırsattır.

Kendine İyi Bakma
Kendimize iyi bakmak, bedensel ve zihinsel sağlığımızı korumak anlamına gelir. Düzenli egzersiz, sağlıklı beslenme ve yeterli uyku, zihinsel sağlığımızı güçlendirecek önemli unsurlardır.

Unutmayın ki, herkes farklıdır ve herkesin yeni yıl beklentileri de farklıdır. Bu nedenle, kendi hedeflerinizi belirlerken içsel değerlerinize odaklanın ve kendinize karşı nazik olun.

yeni yıl, yeni ben hoşgeldin 2024

Yeni yılla kişisel gelişim ve zihinsel sağlık açısından daha etkili bir başlangıç sağlamak için:

Dijital Detoks
Teknoloji, günlük yaşamımızın ayrılmaz bir parçası haline geldi. Ancak, sürekli olarak ekranlara maruz kalmak, stresi artırabilir. Yeni yılda, dijital detoks yaparak bilinçli bir şekilde teknoloji kullanımını azaltmak, daha fazla anda yaşamaya ve gerçek dünya ile daha derin bağlantı kurmaya yardımcı olabilir.

Gönüllü Çalışmalar ve Toplumsal Katılım
Başkalarına yardım etmek, sadece topluluğumuza katkıda bulunmakla kalmaz, aynı zamanda kişisel tatmin ve anlam bulmamıza da yardımcı olabilir. Yeni yıl, gönüllü çalışmalara katılarak ve toplumsal projelere dahil olarak hem topluma hizmet etmek hem de kişisel anlam arayışımıza katkıda bulunmak için mükemmel bir zaman olabilir.

Öğrenmeye Açık Olma
Yeni yıl, yeni bilgiler öğrenme ve kişisel gelişim için harika bir fırsattır. Bir kursa kaydolmak, yeni bir dil öğrenmek, sanatla ilgilenmek veya bir hobi edinmek, zihinsel olarak aktif kalmamıza ve sürekli öğrenme arzusunu sürdürmemize yardımcı olabilir.

Stres Yönetimi ve Rahatlama Teknikleri
Stres, zihinsel sağlığımızı olumsuz etkileyebilir. Yeni yıl, stres yönetimi ve rahatlama tekniklerini keşfetmek için harika bir zaman olabilir. Yoga, meditasyon, derin nefes egzersizleri gibi teknikleri uygulamak, stresle başa çıkmamıza yardımcı olabilir ve içsel huzuru artırabilir.

Okumaya Araştırmaya Zaman Ayır
Yeni yılda daha çok araştırma ve okuma alışkanlığı edinmek yaşamımızı anlamlı kılacak bilgelikleri sunabilir.

Bonus: bireysel terapi, kendi potansiyelimizi daha iyi anlamamıza ve geliştirmemize katkıda bulunabilir.

Yeni yılın size sağlık, mutluluk ve huzur getirmesini dilerim.













Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

‘ANNE OLMAK’ İÇSEL MÜCADELESİ

Hamilelik , Tüp Bebek , Doğum , Lohusa , Emzirmek , Bilmemek , İstememek , Çok İstemek…

Anne olmanın getirebileceği sevinç ve mutlulukla birlikte, içsel mücadeleler de kaçınılmazdır.

Anne olmak istememe, anne olmayı çok isteme veya bilmemekten korkma gibi duygular, oldukça doğal ve yaygın olan duygulardır.

Öncelikle, duygularınızı tanımak ve kabul etmek önemlidir. Kendinizi kötü hissetmenize neden olan duyguları inkar etmeyin. Her duygunun bir sebebi vardır ve bu duyguların geçici olduğunu unutmayın. Duygularınızı güvendiğiniz biriyle paylaşın. Bir yakınınızla veya profesyonel bir ruh sağlığı uzmanı ile duygularınızı konuşmak, duygusal yükü hafifletebilir.

Anne olmak istememe veya anne olmayı çok isteme gibi duyguların altında yatan nedenleri anlamak için seçeneklerinizi araştırın. Kendinize “Neden anne olmak istemiyorum?” veya “Neden anne olmak istiyorum?” gibi sorular sorduğunuzda içsel motivasyonunuz ve endişelerinizle ilgili hangi cevaplar geliyor?

Kendinize karşı anlayışlı olun ve kendi duygularınıza karşı sabırlı olun. Kendinizi eleştirmek yerine, duygularınızı anlamaya çalışın ve kendinizi destekleyin.

Anne olmayı isteme veya istememe kararınızı belirlerken, kendi değerlerinizi ve hedeflerinizi göz önünde bulundurmak bencillik değildir! Ne istediğinizi ve neye değer verdiğinizi düşünmek, kararınızı daha net bir şekilde anlamanıza yardımcı olabilir. Eğer anne olmayı istiyorsanız, doğum ve ebeveynlik konularında bilgi edinmek ve kendinizi hazırlamak önemlidir. Bu, duygusal olarak daha hazır hissetmenize ve belirsizlikten korkmanızı azaltmanıza yardımcı olabilir. Duygularınızı ve ihtiyaçlarınızı açıkça ifade edin. Eğer anne olmayı istemiyorsanız, bunu cesurca ifade etmek önemlidir. Aynı şekilde, anne olmayı çok istiyorsanız, bu isteğinizi paylaşmak ve destek istemekten de çekinmeyin.

Hamilelikte deneyimlenebilecekler hakkında bilgi sahibi olmak önemlidir. Bilgi edinmek, süreçler hakkında daha fazla anlayış geliştirmenize ve kendinizi daha hazır hissetmenize yardımcı olabilir.

Özellikle hamileliğin ilk trimesterinde, sabah bulantıları olarak bilinen mide bulantısı ve kusma sıkça görülür. Bu durum, hamilelik hormonlarının değişimi ve mide boşalma süresindeki yavaşlama ile ilişkilidir.

Hamilelik sürecinde artan hormon seviyeleri ve vücutta yapılan fizyolojik değişiklikler nedeniyle kadınlar genellikle daha fazla yorgunluk hissederler. Özellikle hamileliğin ilk ve son trimesterlerinde yorgunluk daha belirgin olabilir.

Hamilelik ilerledikçe, artan karın boyutu ve vücut ağırlığı sırt ve belde ağrılara neden olabilir. Ayrıca, hamilelik hormonları da bağ dokularını gevşetir ve bel ağrılarına katkıda bulunabilir.

Hamilelik sırasında sindirim sistemi üzerindeki baskı artar ve bu da kabızlık ve hazımsızlık gibi sindirim sorunlarına neden olabilir.

Hamilelik, fiziksel olarak olduğu kadar duygusal olarak da zorlayıcı olabilir. Anne adayları, bebeğin sağlığı, doğum süreci ve ebeveynlikle ilgili kaygılar yaşayabilirler.

Hamilelik sırasında idrar yolu enfeksiyonu riski vardır. Hamilelik hormonları ve artan idrar miktarı, idrar yolu enfeksiyonlarının yayılmasına neden olabilir.

Hamilelik sırasında, rahat bir pozisyon bulmak zorlaşabilir ve sık sık tuvalete gitme ihtiyacı uyku kalitesini azaltabilir. Ayrıca, hamilelik hormonları ve duygusal stres de uyku problemlerine neden olabilir.

Bazı kadınlar hamilelik sırasında kilo alımıyla ilgili endişeler yaşayabilirler. Bununla birlikte, sağlıklı bir hamilelik için ne gerektiği her kadının vücut tipi ve hamilelik öncesindeki kilosuna göre değişiklik gösterebilir.

Bu zorluklar her kadın için farklılık gösterebilir ve her kadın hamileliği farklı şekilde deneyimler. Ancak, düzenli prenatal bakım, sağlıklı beslenme, düzenli egzersiz, stres yönetimi ve uygun dinlenme gibi sağlık önlemleri alarak bu zorluklarla başa çıkabilirsiniz. Ayrıca, herhangi bir endişe veya sorununuz varsa, sağlık uzmanınızla konuşmaktan çekinmeyin.

Tüp bebek, tıbbi bir prosedür olan yardımlı üreme tekniklerinden biridir ve çiftlerin ebeveyn olma şansını artırmak için kullanılır. Çiftlerin, kadınların tüplerinde tıkanıklık, erkeklerde sperm kalitesi problemleri, hormonal dengesizlikler, endometriozis gibi çeşitli nedenlerden dolayı başvurdukları bir seçenektir. Yumurta ve sperm hücrelerinin laboratuvar ortamında döllenmesini ve ardından embriyonun anne adayının rahmine transferini içerir.

Tüp bebek tedavisi süreci, çiftlerde yoğun stres ve anksiyeteye neden olabilir. Tedavinin sonuçları konusundaki belirsizlik, başarısızlık korkusu, tedavi sırasındaki hormonal değişiklikler ve finansal baskılar gibi faktörler stres düzeyini artırabilir. Stres, anksiyete ve depresyon gibi duygusal zorluklar, ilişkide iletişim sorunlarına, uzaklaşmaya veya çatışmalara yol açabilir.

Aile ve toplumun beklentileri, tüp bebek tedavisi sürecinde çiftler üzerinde ek baskı oluşturabilir. Bu beklentiler ve baskılar, çiftlerin duygusal iyilik hallerini etkileyebilir.

Tüp bebek tedavisi sürecindeki psikolojik etkilenmeleri hafifletmek için çeşitli destek ve başa çıkma stratejileri kullanılabilir. Bunlar arasında destek gruplarına katılmak, terapi almak, stres yönetimi tekniklerini uygulamak, sağlıklı yaşam tarzı alışkanlıklarını sürdürmek ve psikolojik destek hizmetlerinden yararlanma gibi seçenekler bulunabilir.

Unutmayın ki tüp bebek tedavisi sürecinde yaşanan duygusal zorluklar oldukça yaygın bir durumdur ve profesyonel yardım almak, bu zorlukların üstesinden gelmede önemli bir adım olabilir.

“Lohusa”

Doğum sonrası dönemde, kadınların hormonal dengesi büyük ölçüde değişir. Özellikle östrojen ve progesteron hormonlarındaki ani düşüşler, duygusal dalgalanmalara ve ruh halindeki değişikliklere neden olabilir. Yeni anne olmanın getirdiği sorumluluklar, bebek bakımıyla ilgili endişeler, uyku eksikliği ve yaşam tarzında meydana gelen değişiklikler gibi faktörler lohusa döneminde anksiyete ve stres düzeylerini artırabilir. Lohusalık döneminde kadınlarda doğum sonrası depresyon (postpartum depresyon) riski artar. Bu durum, yoğun üzüntü, umutsuzluk, değersizlik hissi, uyku ve iştah problemleri gibi belirtilerle kendini gösterebilir.

Lohusalık döneminde kadınlar, annelik rolüne uyum sağlama süreciyle karşı karşıyadır. Bebekleriyle bağ kurma, emzirme, bebeği bakma ve onun ihtiyaçlarını anlama gibi becerileri öğrenme ve geliştirme sürecinde psikolojik zorluklar yaşayabilirler. Lohusalık döneminde sosyal destek almak, kadınların duygusal ve psikolojik iyilik hallerini etkileyebilir. Aile, arkadaşlar ve sağlık profesyonellerinden alınan destek, lohusa kadınların kendilerini daha güvende hissetmelerine ve bu dönemi daha iyi yönetmelerine yardımcı olabilir. Ancak, sosyal izolasyon ve desteksizlik durumunda lohusa kadınlar daha fazla stres ve duygusal zorlanma yaşayabilirler. Yeterli uyku, sağlıklı beslenme, egzersiz, dinlenme ve kişisel zaman gibi öz bakım uygulamaları, kadınların duygusal ve ruhsal iyilik hallerini destekleyebilir.

Lohusalık dönemi, bir kadının hayatındaki büyük bir geçiş dönemidir ve çeşitli duygusal, fiziksel ve psikolojik değişikliklerle birlikte gelir. Bu nedenle, lohusalık döneminde kadınların duygusal ve psikolojik ihtiyaçlarını karşılamak ve desteklemek önemlidir. Profesyonel yardım almak veya sosyal destek sistemlerinden faydalanmak, lohusalık dönemindeki zorlukların üstesinden gelmede yardımcı olabilir.

Dünya Sağlık Örgütü ve T.C. Sağlık Bakanlığı gibi önemli kuruluşlar, ilk altı ayın tamamında anne sütünün bebekler için ideal beslenme şekli olduğunu vurgulamaktadır. Anne sütü, bebeklerin sağlıklı büyümesini ve gelişimini destekleyen birçok önemli besin maddesini içerir ve bağışıklık sistemini güçlendirerek hastalıklara karşı korur. Ancak, emzirme deneyimi her anne için farklıdır ve bazı durumlarda beklenenin dışında gelişebilir. Toplumsal baskılar, beklentiler ve uygunsuz tavsiyeler, anneler üzerinde ek stres yaratabilir ve emzirme sürecini zorlaştırabilir. Bu nedenle, annelerin emzirme kararlarına saygı duyulması ve bu süreci yaşarken desteklenmeleri önemlidir.

Emzirme sürecinde karşılaşılan ağrı veya rahatsızlık hissi, emzirme sırasında bebeğin bağlanma sorunları gibi durumlar annenin duygusal ve psikolojik iyiliğini etkileyebilir, annenin kendini suçlu ve yetersiz hissetmesine neden olabilir. Bu duyguların üstesinden gelmek için, annelerin duygusal olarak desteklenmesi ve güçlü yönlerinin vurgulanması önemlidir. Ayrıca, emzirme kararının alınmasında ve uygulanmasında annenin içgüdülerine güvenilmesi gerektiği unutulmamalıdır. Annenin sağlığı ve mutluluğu da göz ardı edilmemelidir. Bu süreçte hem çevrenin hem annelerin kendilerine saygı duymaları ve kendi ihtiyaçlarını da ön planda tutmaları gerekmektedir.

Herkesin anneler üzerindeki söylemlerinin anneleri yetersiz hissettirmesi veya baskı altında bırakması oldukça yaygın bir durumdur. Bu tür söylemler, annelerin özgüvenini ve kendilerine olan inançlarını zedeleyebilir, duygusal zorluklara ve streslere neden olabilir. İşte bu durumla baş etmek için bazı ipuçları:

Sınırlar Koyun
Kendinizi olumsuz etkileyen söylemlere maruz kaldığınızda, sınırlarınızı belirlemek önemlidir. İhtiyacınız olduğunda, bu tür konuşmaları durdurmak için net ve nazik bir şekilde sınırlarınızı ifade edin.

Kendinizle Olumlu Konuşmalar
Olumsuz dış etkilerle başa çıkmak için içsel konuşmalarınıza dikkat edin. Kendinizi olumlu ve güçlü yönlerinizi hatırlatarak destekleyin. Herkesin hataları ve zayıflıkları olduğunu unutmayın ve kendinizi eleştirmek yerine kendinize nazik olun.

Empati ve Anlayış
Diğer insanların sözlerini kendi kişisel değerlendirmeleriniz olarak almaktan kaçının. Birinin sizi yetersiz hissettiren bir söylemi, genellikle onların kendi içsel savaşlarının bir yansıması olabilir. Empatiyle yaklaşarak, onların neden bu şekilde davrandığını anlamaya çalışın.

Kendinizle Zaman Geçirin
Kendinize zaman ayırmak ve kişisel ihtiyaçlarınızı karşılamak önemlidir. Dinlenmek, egzersiz yapmak, hobilerle ilgilenmek veya sadece sessiz bir ortamda zaman geçirmek, duygusal dengenizi korumanıza yardımcı olabilir.

Başkalarının Beklentileri
Kendinize gerçekçi beklentiler belirleyin ve dışarıdan gelen baskılar yerine kendi beklentilerinize kulan verin.

Herkesin annelik deneyimi farklıdır ve dış etkilerle başa çıkmak da kişiden kişiye değişir. Kendinizi korumak ve duygusal sağlığınıza öncelik vermek önemlidir. Baş etme stratejileri bulmak için zaman ayırın ve kendinizi olumlu bir şekilde destekleyin.

Eğer duygularınızla başa çıkmakta zorlanıyorsanız, bir terapist ile görüşmek faydalı olabilir. Profesyonel destek almak, duygusal olarak daha sağlıklı bir şekilde başa çıkmanıza yardımcı olabilir.















Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

DUYGU OKUMAYA ÇALIŞMAK

‘tamam bu duyguyu da ben senin yerine üstlenirim’

Çocukluk dönemi, bireyin duygusal ve psikolojik gelişiminin temellerinin atıldığı önemli bir evredir. Özellikle duyguları anlama ve sürdürme çabası gösteren çocuklar, bu süreçte kendilerini ifade etme, empati kurma ve çevreleriyle etkileşimde bulunma konularında önemli beceriler kazanırlar.

Duygusal ifadeleri anlamada daha yetenekli olabilirler. Empati, başkalarının duygusal durumlarını anlama ve bu duyguları paylaşma yeteneği olarak tanımlanır. Duygu okuma çabası, çocuğun empatik yeteneklerini geliştirmesine katkı sağlar.

Sosyal etkileşimlerde daha başarılı olma eğilimindedirler. Duygusal ifadeleri doğru bir şekilde anlamak, çocuğun çevresiyle daha derin bağlar kurmasına ve olumlu ilişkiler geliştirmesine olanak tanır.

Çocukların kendi duygusal durumlarına daha hakim olmalarına yardımcı olabilir. Bu da stresle başa çıkma yeteneklerini geliştirebilir. Duygu okuma sayesinde, çocuklar duygusal zorluklarla başa çıkma stratejileri geliştirmeyi öğrenirler.

Çocuğun bilişsel gelişimine de katkıda bulunabilir. Duygusal ifadeleri anlamak, zihinsel süreçleri harekete geçirir ve çocuğun dikkatini odaklamasına yardımcı olabilir. Bu, öğrenme ve problem çözme becerilerini geliştirebilir.

Çocuğun kendi duygusal dünyasını anlamasına ve bu bağlamda öz bilinç geliştirmesine katkı sağlar. Bu süreç, çocuğun kendi kimliğini keşfetmesine ve benlik saygısını güçlendirmesine yardımcı olabilir.

Duygu okuma, insanların duygusal zekalarını geliştirmelerine yardımcı olan önemli bir beceridir.

İnsanların duygusal durumlarını anlamak için aktif dinleme önemlidir. Karşımızdaki kişiye tam dikkatle kulak vermek, duygusal ipuçlarını kaçırmamızı engeller.

Mimikleri, vücut dillerini ve ses tonlarını doğru bir şekilde okumak, duygu okuma becerisini artırır. İnsanların duygusal ifadelerini doğru bir şekilde anlamak, güçlü bir iletişim kurmamıza olanak sağlar. (Bilişsel çarpıtma hakkında okumak için tıklayınız)

Empatiyi geliştirmek için günlük hayatta küçük egzersizler yapmak le başkalarının yerine kendimizi koyarak düşünmek, duygusal zekamızı güçlendirir.

ANCAK, çocukluk döneminde duygu okuma çabası gösteren bir çocuğun yetişkinlikte alınganlık veya her şeyi üstlenme eğilimi gibi etkilerle karşılaşması da olasıdır.

Çocukluk döneminde duygu okuma çabası gösteren bir çocuk, duygusal ifadeleri doğru bir şekilde anlamaya çalışırken, çevresindeki duygusal durumları hassas bir şekilde algılayabilir. Yetişkinlikte bu durum devam ederse, birey küçük olayları abartabilir, eleştirilere daha duyarlı tepkiler verebilir ve ilişkilerinde daha fazla hassasiyet gösterebilir.

Duygu okuma çabası gösteren bir çocuk, çevresindeki duygusal durumları anlama konusunda gelişmiş bir beceriye sahip olabilir. Ancak, bu durum bazen çocuğun her şeyi üstlenme eğilimine girmesine neden olabilir. Herhangi bir olumsuz durumu çözme veya başkalarının mutluluğu için sorumluluk almak isteyebilir. Bu durum yetişkinlikte, kişinin kendi sınırlarını zorlaması, başkalarının sorumluluklarını üstlenmesi ve bu nedenle aşırı stres altında kalması gibi sorunlara yol açabilir.

Duygu okuma çabası gösteren bir çocuk, çevresindeki insanların duygusal durumlarını anlama konusunda güçlü bir empatiye sahip olabilir. Ancak, bu durum bazen aşırı duygu yüklenimine neden olabilir. Yetişkinlikte, başkalarının duygusal zorluklarına aşırı duyarlılık göstermek ve bu yükü taşımak, kişinin kendi duygusal sağlığını etkileyebilir.










Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

‘DOĞRU PSİKOLOG’ ‘DOĞRU TERAPİST’

Günümüzde, mental sağlığımızı korumak ve geliştirmek amacıyla birçok terapi ve danışmanlık seçeneği bulunmaktadır. Ancak, seçenekler arasından doğru psikoloğu – doğru terapisti seçmek, etkili ve sağlıklı bir terapi deneyimi yaşamak için oldukça önemlidir.

Lisanslı ve Yetkilendirilmiş Profesyonellere Güvenin
Sağlıklı bir terapi süreci için ilk adım, lisanslı ve yetkilendirilmiş terapistlere güvenmektir. Uygun eğitim ve deneyime sahip olan bu profesyoneller, etik standartlara uyan bir terapi sunma yükümlülüğündedir.

Referanslar ve İncelemeleri Değerlendirin
Terapistinizin referanslarına ve daha önceki danışanlarının geri bildirimlerine göz atın. Gerçek deneyimler, terapistin uzmanlığı ve uygulama biçimi hakkında size önemli bilgiler verebilir.

Bilimsel Temellere Dayanan Yaklaşımları Araştırın
Sağlıklı terapötik yaklaşımlar genellikle bilimsel temellere dayanır. Terapistinizin kullanacağı yöntemleri anlamak ve bu yöntemlerin bilimsel geçerliliğini araştırmak, daha etkili bir terapi süreci geçirmenize yardımcı olabilir.

Açık İletişim ve Şeffaflık
İyi bir terapist, açık iletişime ve şeffaflığa önem verir. Terapistinizle beklentileriniz, hedefleriniz ve terapi süreciyle ilgili herhangi bir konuda rahatça iletişim kurabilmelisiniz.

İlk Görüşme Önemlidir
Terapistinizi seçmeden önce bir ön görüşme ayarlayın. Bu görüşme, terapistinizin yaklaşımını anlamanız ve kendinizle uyumlu olup olmadığınızı değerlendirmeniz için fırsat sağlar.

Sürekli Eğitim ve Güncel Bilgi
İyi bir terapist, alanındaki gelişmeleri takip eder ve sürekli eğitim alır. Bu, terapistinizin bilgi ve becerilerini güncel tutmasına yardımcı olur.

Gizliliğe Saygı
Sağlıklı terapötik ilişkiler, danışanın gizliliğine saygı gösterir. Terapistinizin bu konuda profesyonel bir tutum sergilediğinden emin olun.

Sağlıklı bir terapi süreci, doğru terapisti seçmekle başlar. Bu noktalara dikkat ederek, dolandırıcı terapilere karşı korunabilir ve gerçek bir destek bulabilirsiniz. Kendi sağlığınızı önemseyin ve terapi sürecinizde kararları verirken bilinçli bir şekilde hareket edin.









Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

SINIR KOYMAK VE KORUMAK

Sınır Kavramının Anlamı ve Günlük Hayata Etkisi

Sınırlar, bireylerin sağlıklı bir psikolojik işlevselliği sürdürebilmeleri için önemli bir rol oynar. Sınır, kişinin kendisini ve başkalarını korumasına yardımcı olan bir psikolojik mekanizmadır. Sınır çizme, kişinin duygusal ve fiziksel alanını belirleme eylemini içerir. Bu, kişinin başkalarının davranışlarından etkilenmeden kendi benliğini korumasına yardımcı olabilir.

Sınırların Oluşumu ve Nedenleri

Sınır Nedir?
Sınır, bireyin kişisel alanını, duygusal sınırlarını ve fiziksel sınırlarını belirleyen bir kavramdır. Sağlıklı sınırlar, bireyin kendi ihtiyaçlarını ve sınırlarını diğer insanlara açıkça ifade etmesine ve korumasına olanak tanır. Sınırlar, bireyler arasındaki ilişkilerde dengeyi sürdürmek için önemlidir.

Neden Sınırlara İhtiyaç Duyarız?
Sınırlar, bireylerin duygusal sağlıklarını korumak, ilişkilerinde dengeyi sürdürmek ve kendi ihtiyaçlarına odaklanmak için önemlidir. Sınırların olmaması, kişinin başkalarının duygusal yüklerini taşıması, aşırı sorumluluk alması ve kendi ihtiyaçlarını ihmal etmesine yol açabilir.

Sınırların Oluşumu
Sınırlar, çocukluk döneminde aile dinamikleri, kültürel etkiler ve bireysel deneyimlerle şekillenir. Bu süreç, bireyin sınırlarını belirleme ve ifade etme yeteneğini etkiler.

Herkesin Kendi Bahçesinin Olması
Bu metafor, kişilerin duygusal ve zihinsel alanlarını korumalarını vurgular. Her bireyin kendi duygusal “bahçesini” sürdürmesi, başkalarının duygusal alanlarına müdahale etmeden kendi sınırlarını belirlemesi anlamına gelir. Bu ifade, her bireyin kendi duygusal, zihinsel ve fiziksel alanına sahip olduğunu temsil eder. Bahçe, bireyin kendi yaşam alanını ve kişisel sınırlarını simgeler. Bireylerin kendi yaşamlarını yönetme, duygusal sınırlarını koruma ve başkalarının sorumluluklarına müdahale etmeden kendi alanlarını oluşturma konseptini içerir. Her bireyin kendi bahçesini koruması gerekir. Bu, başkalarının sınırlarına müdahale etmeme ve aynı zamanda kendi sınırlarını belirleme anlamına gelir. Bahçenizi yönetmek, kendi yaşamınızın sorumluluğunu almayı da ifade eder, kendi sorumluluklarınızı üstlenmeye de odaklanmalısınız.

Terapötik Yaklaşımlar

  • Bireyin hangi durumlar karşısında sınırlarını belirleyebileceğini ve başkalarının sınırlarına saygı gösterebileceğini keşfetmesine yardımcı olabilir.
  • Bireye kendi yaşamının yönetimi konusunda sorumluluk almayı öğretebilir.
  • Bireylere, başkalarının bahçelerine müdahale etmek yerine kendi sorumluluklarına odaklanmayı öğretmek önemlidir, bireyin kendi yaşamını kontrol etme gücünü vurgular.
  • Bireyin kendi sınırlarını ve değerini koruma ihtiyacını vurguladığı noktada özsaygıyı artırmaya yönelik çalışmalar yapabilir.
  • Bireye başkalarının sınırlarını anlama ve saygı gösterme becerilerini geliştirmesine yardımcı olabilir. Bu, sağlıklı ilişkiler kurma ve sürdürme sürecini destekler.

CBT ile Sınırları Çalışmak
Bilişsel Davranışçı Terapi (CBT), düşünce kalıplarını anlama ve değiştirme sürecini içerir. Sınırlarla ilgili olumsuz düşünce kalıplarının farkına varmak ve değiştirmek, bireyin sınırlarını daha sağlıklı bir şekilde belirlemesine yardımcı olabilir.

Şema Terapi ile Sınırları Çalışmak
Şema Terapi, temel duygusal ihtiyaçlarımızı anlamamıza ve bu ihtiyaçlara uygun sınırlar koymamıza yardımcı olur. Özellikle geçmiş deneyimlerin şema oluşumunu etkilediği durumlarda, bu terapi bireylere sağlıklı sınırlar kurma becerisi kazandırabilir.

Sınırları sağlıklı bir şekilde korumak, bireyin kendi ihtiyaçlarına saygı göstermesini sağlar, böylelikle diğerleri de saygı göstermesi gerektiğini bilir ve ilişkilerde dengeyi sürdürmeye yardımcı olur. Suistimal, bireyin fiziksel, duygusal veya zihinsel sınırlarının aşılması ve kişinin rızası olmaksızın zarar görmesi anlamına gelir. Sınırlar ise sağlıklı ilişkilerin temelini oluşturur ve kişinin kendi haklarına saygı gösterilmesini sağlar. Bu beceri, kişinin psikolojik sağlığını koruma ve güçlü ilişkiler kurma sürecinde de önemli bir rol oynar.

Fiziksel Suistimal: Kişinin bedensel bütünlüğüne yönelik saldırı veya zarar verme.

Duygusal Suistimal: Kişinin duygusal sağlığını etkileyen, aşağılama, tehdit etme, kontrol etme gibi davranışlar.

Cinsel Suistimal: Kişinin cinsel sınırlarının istismar edilmesi veya rızası olmadan cinsel davranışlara zorlanması.

Maddi Suistimal: Kişinin maddi kaynaklarının kötüye kullanılması veya gasp edilmesi.

Suistimal Edildiğinizi Nasıl Anlarsınız?

  1. Duygusal Belirtiler: Depresyon, kaygı, düşük özsaygı gibi duygusal belirtiler.
  2. Fiziksel Belirtiler: Yaralanma, ağrı, baş ağrısı gibi fiziksel rahatsızlıklar.
  3. İlişki Problemleri: İlişkilerde sürekli sorunlar yaşama, izole olma.
  4. Kontrol Kaybı Hissi: Kişisel hayatınızın kontrolünü kaybetme hissi.
  5. Güven Kaybı: Başkalarına güvenmekte zorlanma, sürekli şüphelenme.

Suistimal İle Başa Çıkmak

Kişisel alanınız, duygusal sınırlarınız ve fiziksel sınırlarınızı tanıyın ve belirleyin. Sınırlarınızı net bir şekilde ifade edin, rahatsız olduğunuz durumları açıkça belirtin. Suistimali kabul etmeme ve sıfır tolerans ilkesini benimseyin. Güvendiğiniz insanlardan destek alın, profesyonel yardım arayın. Bu süreci yönetmek ve duygusal destek almak için bir terapistten yardım alabilirsiniz.

Günlük Hayattan Sınır İhlali Örnekleri

Sınırlarınızın ihlal edildiğini anlamak, duygusal ve fiziksel sağlığınızı korumak için önemlidir. Bu durumu fark ettikten sonra sağlıklı sınırlar koyma becerilerini geliştirmek, kendinizi korumak ve ilişkilerinizi dengelemek için önemlidir.

  • Birisi sürekli olarak sizin kişisel alanınıza girmek, fiziksel sınırları aşmak talebinde bulunuyor
  • Bir iş arkadaşınız sürekli olarak özel hayatınıza dair sorular soruyor.
  • Aile üyeleriniz sürekli olarak sizden zamanınızı akrabalarınız gibi kişilere ayırmanızı istiyor.
  • Bir arkadaşınız sürekli olarak eleştirici ve hakaret edici bir dil kullanıyor.
  • İş yerinde sürekli olarak başkalarının sorumluluklarını üstlenmeniz isteniyor.
  • Kendinizi başkalarının beklentilerine uymak zorunda hissediyor ve kendi değerlerinize aykırı davranıyorsunuz
  • Bir arkadaşınız sürekli olarak sizinle iletişim kurmayı talep ediyor ve mesajlarına anında yanıt vermenizi bekliyor.
  • Bir etkinlikte, biri sürekli olarak sizi konuşmaya zorluyor ve sizinle ilgili kişisel konuları paylaşmanızı bekliyor.
  • Aile üyeleriniz veya arkadaşlarınız sürekli olarak finansal durumunuzla ilgili sorular soruyor.
  • İş yerinde biri sizin işinizi sürekli olarak kontrol etmeye, eleştirmeye çalışıyor.
  • Bir arkadaşınız sürekli olarak sizden yardım etmenizi, bir şeyler yapmanızı istiyor.
  • Bir arkadaşınız sürekli olarak duygusal sıkıntılarını sizinle paylaşmak istiyor ve yükü size yüklüyor.
  • İş yerinde sürekli olarak başkalarının zamanını aşan biri, başkalarının zamanını düşünmeden sürekli olarak taleplerde bulunuyor.
  • Sürekli olarak başkalarının taleplerine evet demek ve kendi ihtiyaçlarını ihmal etmek.

Sağlıklı Başa Çıkma Örnekleri

Sınırları Net Bir Şekilde İfade Etmek
“Bu benim kişisel uzayım ve şu an içinde rahat hissetmiyorum. Lütfen biraz uzaklaşabilir misin?”

Hayır Demeyi Öğrenmek
“Üzgünüm, bu talebi yerine getiremeyeceğim. Ancak başka bir konuda size yardımcı olabilir miyim?”

Duygusal Sınırları Korumak
“Seninle empati kurabiliyorum, ancak şu an bu konuşma bana kendimi iyi hissettirmiyor. Belki daha sonra bu konuda konuşabiliriz.”

Zamanı Etkili Yönetmek
“Şu an için bu talebi karşılayamam, ancak X saatinde buna zaman ayırabilirim.”









Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

EN KÖTÜSÜNE HAZIRLANMALIYIM

Optimist & Pesimist

Martin Seligman’ın teorisine göre, bireyler yaşadıkları olumsuz olayları kontrol edememeleri durumunda öğrenilmiş çaresizlik duygusunu deneyimleyerek kötümser bir bakış açısı geliştirebilirler. Genetik yatkınlık, olumsuz çocukluk deneyimleri, öğrenilmiş çaresizlik, biyolojik etmenler ve kişilik özellikleri pesimistliğin oluşumunda rol oynayabilir. Ayrıca, kültürel ve sosyal faktörler de bu durumu etkileyebilir.

Optimistlere kıyasla, kötümser bireyler olası başarıları göz ardı eder ve olumsuz olaylara odaklanarak stres ve anksiyete düzeylerini artırabilirler. Bu durum, ilişkilerde, iş yaşamında ve genel yaşam memnuniyetinde azalmaya neden olabilir.

Kendisini en kötü senaryolara hazırlamaya çalışan bir kişi genellikle sürekli endişe içinde olup olumsuz planlar yapma eğilimindedir. Riskten kaçınma, aşırı güvenlik önlemleri alma ve geçmişteki olumsuz deneyimlere odaklanma gibi davranışlar sergileyerek olası tehlikelerden kaçınmaya çalışır. Bilgi toplama ve sürekli araştırma yapma çabaları, aşırı bilgi yüküne ve kararsızlığa yol açabilir.

Örneğin;

  • Bir kişi iş görüşmesine giderken, sürekli olarak başarısız olacağını düşünerek, görüşme öncesinde olumsuz senaryoları zihinsel olarak canlandırabilir ve bu nedenle görüşme sürecini olumsuz etkileyebilir ya da iş projesine başlarken sürekli olarak başarısız olacağını düşünerek motivasyonunu düşürebilir.
  • Yeni bir iş fırsatını değerlendirirken, olası başarısızlıklardan kaçınmak adına mevcut işinde kalmaya karar verebilir.
  • Evde ve işte sürekli olarak güvenlik önlemlerini kontrol etme ihtiyacı hissedebilir. Kapıları ve pencereleri sık sık kontrol etme, alarm sistemini aşırı kullanma gibi davranışlar sergileyebilir.
  • Geçmiş bir ilişkide yaşadığı olumsuz bir deneyim, yeni ilişkilere temkinli yaklaşmasına neden olabilir.
  • Bir kişi sağlıkla ilgili bir belirti yaşadığında, sürekli olarak internet üzerinden sağlık bilgisi araştırarak, olası teşhisler hakkında aşırı bilgi edinebilir ve bu durum hipokondriak davranışlara yol açabilir.
  • Gelecekteki belirsiz olaylara karşı sürekli endişe duyarak, maddi bir felaket durumu için aşırı miktarda birikim yapma eğiliminde olabilir.

Bir insanın kendisini en kötüye hazırlama eğilimi, genellikle psikolojik, bilişsel ve duygusal faktörlerin bir kombinasyonu tarafından etkilenebilir.

Bazı insanlar, geçmişte karşılaştıkları olumsuz deneyimler sonucunda yaşadıkları sorunları kontrol edemeyecekleri bir şekilde algılarlar. Bu durum, öğrenilmiş çaresizlik olarak adlandırılır. Birey, gelecekteki olaylara hazırlıklı olmak amacıyla kendisini en kötü senaryoya hazırlamaya çalışarak, potansiyel hayal kırıklıklarından kaçınmaya çalışabilir.

Bazı insanlar, olası tehlikelerden kaçınma ve kendilerini güvende hissetme ihtiyacıyla motive olabilirler. Bu durum, evrimsel bir perspektiften bakıldığında, tehlikelere karşı hazırlıklı olmak, hayatta kalma şansını artırabilir. Ancak, modern yaşamda bu eğilim, sürekli endişe ve stres yaratma potansiyeli taşır.

Kimi insanlar, çevrelerindeki olayları kontrol etme arzusuyla motive olabilirler. Kendilerini en kötü senaryoya hazırlamak, bu insanlar için bir tür kontrol sağlama mekanizması olarak görülebilir.

Bazı insanlar, genetik ve çevresel faktörlerin birleşimi sonucunda olumsuz düşünce kalıpları geliştirebilirler. Bu kişiler, olası olumsuz olayları önceden düşünerek, kendilerini koruma amacı güdebilirler. Ancak, bu düşünce kalıpları, genellikle gerçekleşmeyen endişelerin üzerine odaklanarak yaşam kalitesini olumsuz etkileyebilir.

Bazı durumlarda, insanlar kendilerini en kötüye hazırlamayı, gerçekleşmeyen kötü senaryolara odaklanarak duygusal bir denge arayışı olarak görebilirler. Bu, olumsuz olaylara karşı daha az duygusal tepki verme çabasıyla ilişkilidir.

Bu nedenler genellikle birbirine bağlıdır ve bireysel deneyimlere, kişilik yapısına ve çevresel etkenlere bağlı olarak farklılık gösterebilir.

En kötüsüne hazırlanmanın artıları arasında riskten kaçınma, kontrol ihtiyacını karşılama ve duygusal hazırlık bulunabilir. Evrimsel bir avantaj olarak düşünülen bu yaklaşım, olası tehlikelere karşı daha bilinçli bir duruş sergileme ve duygusal denge sağlama potansiyeli taşır. Ancak, bu eğilim aşırıya kaçtığında, sosyal izolasyon, pozitif bir perspektife odaklanma zorluğu, kronik stres, anksiyete ve olumsuz düşünce kalıpları gibi olumsuz etkilere yol açabilir. Bu tür düşünce kalıplarının aşırıya kaçması, bireyin genel yaşam memnuniyetini ve psikolojik sağlığını olumsuz etkileyebilir.

Uzman bir psikolog tarafından uygulanan bilişsel davranışçı terapi gibi terapi yöntemleri, bireye daha sağlıklı düşünce kalıpları geliştirmesinde yardımcı olabilir. BDT, bireyin düşünce kalıplarını tanımasını, sorgulamasını ve olumlu perspektiflere yönlendirmesini hedefler. Pozitif psikoloji yaklaşımları da olumlu duyguları güçlendirme üzerine odaklanır.

”Optimist olmayı seçiyorum”

Optimist olmak, hayata olumlu bir bakış açısıyla yaklaşmayı seçmek anlamına gelir. Bu durum, genellikle bireyin zorlukları aşma, olumlu yanları fark etme ve geleceğe umutla bakma yeteneğini içerir. Optimist olmak, bir tercih ve alışkanlık meselesidir; pozitif değişikliklere adım atmak, genel yaşam kalitesini artırabilir ve olumlu bir perspektife sahip olmayı destekleyebilir.

Bilinçli Farkındalık (Mindfulness)
Kendi düşüncelerinizin ve duygularınızın farkında olun. Olumsuz düşüncelerin farkına varmak, bunlarla yüzleşmek ve daha olumlu düşüncelere yönelmek için bilinçli bir çaba sarf edin.

Olumlu Düşünce Kalıpları Geliştirme
Negatif düşünce kalıplarını olumluya çevirmeye çalışın. Her olumsuz durumu bir öğrenme fırsatı olarak görmeye çalışın ve bu durumdan ne öğrenebileceğinizi düşünün.

Hedef Belirleme ve Başarma
Kendinize gerçekçi ama ulaşılabilir hedefler belirleyin. Bu hedeflere ulaştığınızda, başarılarınızı kutlayarak olumlu bir motivasyon kaynağı oluşturun.

Gratitude Pratiği
Her gün birkaç olumlu şeyi hatırlayarak veya bir günlük tutarak şükran pratiği yapın. Bu, olumlu deneyimlere odaklanmanızı sağlayabilir.

Zorlukları Fırsata Çevirme
Karşılaştığınız zorlukları, bunlardan öğrenme ve gelişme fırsatları olarak görmeye çalışın. Zorluklarla başa çıkmak, kişisel büyüme ve dayanıklılığı artırabilir.

Olumlu Sosyal Bağlantılar
Pozitif ve destekleyici insanlarla vakit geçirin. Sosyal bağlantılar, olumlu bir atmosfer yaratmanıza ve iyimser bir bakış açısını paylaşmanıza yardımcı olabilir.

Geleceğe Odaklanma
Hedeflerinizi belirleyin ve bu hedeflere ulaşmak için adımlar atın. Geleceğe odaklanmak, olumlu bir motivasyon kaynağı olabilir.

Gelişim ve Öğrenme Sürecini Sevme
Hayatın bir süreç olduğunu unutmayın. Hatalardan öğrenmeye ve sürekli olarak gelişmeye odaklanın. Bu, iyimser bir bakış açısını destekleyebilir.












Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

KEŞKE EVLENMEDEN ÖNCE BİLSEYDİM

Evlenmeden önce, birçok birey gelecekteki eşleriyle ilgili daha fazla bilgi sahibi olmayı arzu eder. Ancak, bazen evlilikle ilgili bazı deneyimler ancak deneyimlendikten sonra anlaşılır. Evlilikteki mutluluğun, çiftin birbirini anlama, destekleme ve çatışmaları çözme becerilerine bağlı olduğu bulunmuştur.

Evlilik öncesi danışmanlık, çiftlere evlilikle ilgili olası sorunları ve çözümleri hakkında bilgi sağlama amacı taşır. Araştırmalar, evlilikteki en yaygın sorunların iletişim eksikliği, mali sorunlar, çocuk yetiştirme konuları ve cinsel uyumsuzluk olduğunu göstermektedir. Bu sorunların, çiftlerin birbirleriyle duygusal ve zihinsel olarak bağlantı kurmalarını zorlaştırabileceği belirlenmiştir. DSM’deki bazı bozukluklar, özellikle duygusal ve ilişkisel sorunlarla ilgili olanlar, evlilikte ortaya çıkabilir. Örneğin, depresyon veya anksiyete, çift ilişkilerini olumsuz etkileyebilir.

Evlilik sorunlarına karşı terapötik yaklaşımlar, çiftlerin ilişkilerini güçlendirmeyi amaçlar. Bilişsel davranış terapi, duygu odaklı terapi ve çift terapisi gibi psikoterapik yöntemler, çiftlerin sorunlarına odaklanarak iletişim becerilerini geliştirmelerine yardımcı olabilir. Terapi ayrıca çiftlere, sorunlarını birlikte çözmelerine yardımcı olacak araçlar sağlar.

Evlenme Düşüncesinde Olmak veya Olmamak

Evlenme düşüncesi, kişisel, kültürel, sosyal ve ekonomik faktörlere bağlı olarak değişebilir.

İnsanlar genellikle bir bağ kurma ve yakın ilişkiler kurma ihtiyacı hisseder. Evliliği, bağlanma ihtiyacını karşılayabilecek önemli bir sosyal kurum olarak görebilirler.

Toplumun evliliğe yüklediği değerler, bireyin evlenme düşüncesini etkileyebilir. Aile, arkadaşlar ve kültürel faktörler, evliliği destekleyen veya teşvik eden etmenler olabilir.

Evlilik, birçok kişi için duygusal ve ekonomik güvenlik sağlama potansiyeli taşır. Ortak bir yaşam, destek ve güvenlik duygusu oluşturabilir.

Bazı bireyler, aile kurma ve çocuk sahibi olma arzusuyla evlenme düşüncesine yönelebilir. Bir aile birimi oluşturmak isteyen bireyler arasında yaygın bir motivasyondur.

Evlenen Bireylerin Birbirlerine ve Kendilerine Sorabileceği Sorular

Evlilik öncesi çiftler, birbirlerini daha iyi anlamak ve potansiyel sorunları önceden ele almak için şu soruları düşünebilir:

Gelecekteki Hedefler
Kariyer, çocuk sahibi olma, yerleşim yeri gibi gelecek planları hakkında ortak hedeflere sahip olup olmadıklarını anlamak önemlidir.

Değerler ve İnançlar
Din, ahlaki değerler, kültürel inançlar gibi temel değerleri paylaşıp paylaşmadıklarını keşfetmek önemlidir.

İletişim Tarzları
Çiftler arasındaki iletişim tarzları, çatışma çözme becerileri ve anlayış seviyeleri üzerinde düşünmek, ilişkiyi güçlendirebilir.

Finansal Durum
Maddi konularda beklentileri, harcama alışkanlıkları ve finansal hedefleri açıklığa kavuşturmak önemlidir.

Aile ve Arkadaş İlişkileri
Aile bağları, arkadaş çevreleri ve sosyal ilişkiler konusunda beklentileri ve sınırları konuşmak önemlidir.

Evlilik Korkusu

Evlilik korkusu, evlenmeye yönelik olumsuz duygusal tepkilerle karakterizedir; geçmiş deneyimler, aile öyküsü, önceki ilişkilerden kaynaklanan olumsuz tecrübeler veya kişisel güven eksikliği ile ilişkilendirilebilir.

Evlilik, sağlıklı bir şekilde yönetildiğinde aşkı öldürmez, aksine olgunlaştırır ve derinleştirir. Ancak, çiftler arasındaki iletişim eksikliği, güvensizlik, çatışma yönetimi sorunları gibi faktörler evliliği zorlayabilir. İlişkinin sağlıklı olması için açık iletişim, saygı, anlayış ve uzlaşma önemlidir.

İletişim Önemlidir
Açık iletişim kurun. Duygularınızı paylaşın, endişelerinizi ifade edin ve ortak çözümler bulun.

Esneklik
Planlarınızı esnek tutun ve değişen şartlara uyum sağlamaya çalışın.

Empati
Partnerinizin duygusal ihtiyaçlarına anlayış gösterin ve birbirinizin perspektifini anlamaya çalışın.

Çatışma Çözme Becerileri Geliştirin
Anlaşmazlıkları sakin bir şekilde çözme becerileri, sağlıklı bir ilişkinin temelidir.

Bireysel Gelişim Değerli
Her bir partner, bireysel olarak gelişmeye ve kendi kişisel hedeflerine odaklanmaya devam etmelidir.

Evlilik, karşılıklı anlayış, özveri ve çaba gerektiren bir süreçtir. İyi bir evlilik için çiftlerin birbirlerini anlamaya, desteklemeye ve birlikte büyümeye odaklanmaları önemlidir.












Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

BOŞANIYORUZ

Yetişkinler ve Çocuklar Üzerinde Boşanmanın Psikolojik Etkileri

Boşanma, birçok çiftin karşılaştığı zorlu bir durumdur ve bu süreç, hem yetişkinler hem de çocuklar üzerinde derin psikolojik etkiler bırakabilir. Boşanmanın nedenlerine bakıldığında genellikle kişiden kişiye değişen çeşitli faktörlerin bir kombinasyonundan kaynaklanır. İletişim eksikliği, finansal sorunlar, sadakat ihlalleri ve çatışmalar, sıkça gözlemlenen boşanma nedenleri arasındadır.

Yetişkinler Üzerindeki Etkiler
Boşanma, birçok yetişkinde depresyon ve anksiyete gibi ruhsal sağlık sorunlarına yol açabilir. Araştırmalar, boşanmanın bireylerde stres hormonlarının artışına neden olduğunu ve bu durumun duygusal dengeyi bozarak depresyon ve anksiyete riskini artırdığını göstermektedir (Johnson ve diğ., 2008).

Boşanmanın günlük hayata etkisi, bireylerin sosyal ilişkilerinden iş performanslarına kadar birçok alana yansıyabilir. Özellikle iş yerindeki performans düşüklükleri, boşanma sürecindeki stresin iş yaşamına yansımasının bir göstergesi olabilmektedir.

Boşanma, duygusal zorluklarla başa çıkmayı gerektiren bir süreçtir. Kayıp duygusu, özsaygı eksikliği ve yas (grief) benzeri reaksiyonlar, boşanmış bireylerde sıkça gözlemlenen psikolojik etkiler arasındadır.

Çocuklar Üzerindeki Etkiler
Boşanma, çocuklar üzerinde duygusal sorunlara neden olabilir. Çocuklar, ebeveynlerinin boşanmasıyla birlikte güvensizlik, terkedilmişlik hissi ve öfke gibi duygusal zorluklarla başa çıkabilirler.

Boşanma, bazı çocukların okuldaki akademik performansını olumsuz etkileyebilir.

Boşanan ailelere sahip çocuklar, romantik ilişkilerinde güvensiz bağlanma modellerine sahip olma eğiliminde olabilmektedir. Çocukluk dönemlerinde yaşanan ebeveynler arası çatışmaların, çocukların romantik ilişki becerilerini etkilediği gözlemlenmiştir.

Boşanan ailelere sahip çocuklar, duygusal bağlanma konusunda daha fazla belirsizlik yaşayabilir ve romantik ilişkilerinde yakınlık ve bağlılık konularında zorluklar yaşama eğiliminde olabilirler.

Kendi ilişki problemleri ile başa çıkma konusunda daha az etkili stratejilere sahip olabilirler. Çocukluk dönemlerinde yaşanan stres ve belirsizlik, yetişkinlikte ilişki sorunlarına yol açabilir (Brown, 2018).

Boşanma kararının çocuğa nasıl söylendiği, çocuğun bu süreci nasıl deneyimleyeceği üzerinde önemli bir etkiye sahiptir.

Açık ve duyarlı iletişim, çocukların boşanma sürecini daha iyi anlamalarına ve başa çıkmalarına yardımcı olabilir. Çocuklara açık ve net bir dil kullanarak, duygusal ifadelerle desteklenmiş bir şekilde boşanma kararı anlatılmalıdır. Çocukların sorularını içtenlikle ve doğru bir şekilde yanıtlamak önemlidir.

Çocuğun yaşına uygun bir dil kullanmak, çocuğun boşanma kararını daha iyi anlamasına katkıda bulunabilir. Çocuğun yaşına ve duygusal olgunluğuna uygun bir dil kullanılmalıdır. Küçük çocuklara basitleştirilmiş, anlaşılır bir dil kullanılırken, daha büyük çocuklarla daha detaylı ve açık bir şekilde konuşmak önemlidir.

Ebeveynlerin birlikte, uyumlu bir şekilde çocuğa boşanma kararını anlatmaları, çocukların duygusal iyilik hallerini olumlu yönde etkileyebilir. Ebeveynler çocuk ile konuşurken boşanma kararını birlikte verildiklerini ve bu kararın çocuğun hatası olmadığını vurgulamalıdır. Olumlu bir birlikte hareket etme, çocuğun güven duygusunu artırabilir.

Çift – İlişki Terapisi, çiftlere ilişkilerini güçlendirmeleri ve sorunlarını çözmeleri konusunda yardımcı olabilir. Araştırmalar, çift terapisinin boşanma riskini azaltabileceğini göstermektedir (Doss ve diğ., 2003).

Boşanma durumunda Aile Terapisi, aile üyelerine uygun destek ve rehberlik sağlayarak, duygusal iyileşmeyi ve sağlıklı bir aile dinamiğini destekleyebilir (Wolchik ve diğ., 2000).

Ebeveynler, çocuklarına bu zorlu süreçte güven, sevgi ve anlayış sunarak onların duygusal iyilik hallerini destekleyebilirler.
– çocuğun duygusal ihtiyaçlarına özel bir dikkat göstermeli ve gerektiğinde uzman yardımı alarak çocuğun duygusal iyilik hallerini desteklemelidir.
– çocuklarının okul performansını dikkatlice izlemeli ve akademik zorluklarla başa çıkmalarına yardımcı olmalıdır.
– çocuğun sosyal çevresini desteklemeli ve duygusal olarak güvende hissetmelerine yardımcı olmalıdır.











Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

ORTADAN KAYBOLMA İSTEĞİ

Ortadan sosyal çevreden kaybolma isteği, psikolojik açıdan incelendiğinde çeşitli nedenlere dayanabilir.

Bazı insanlar, sosyal etkileşimler sırasında kaygı duyarlar. Bu tür bireyler, sosyal çevrelerinden uzaklaşma isteği duyabilirler çünkü bu istek, kaygılarından kaçmalarını sağlayabilir. Sosyal kaygı, sosyal etkileşimlerden kaçınma isteği doğurabilir.

İçe dönük kişilik özelliklerine sahip olanlar, sosyal etkileşimler yerine kendi iç dünyalarını tercih edebilirler. Bu bireyler için, sosyal çevreden kaybolma isteği, kendi başlarına olmanın daha rahatlatıcı olduğu bir şekilde ifade edilebilir.

Yoğun iş veya sosyal yaşamı nedeniyle tükenmişlik yaşayan kişiler, zaman zaman sosyal çevreden uzaklaşma isteği duyabilirler. Bu, kişinin enerji toplamasını ve kendini yeniden şarj etmesini sağlar.

Bir kişi, yakın zamanda travmatik bir olay veya zor bir dönem yaşamışsa, bu kişi sosyal çevresinden kaçma isteği duyabilir. Sosyal etkileşimler, kişinin bu duygusal zorluklarla başa çıkma kapasitesini aşabilir.

Bazı insanlar, yoğun sosyal etkileşimlerden veya uyarıcılardan hızla yorulabilirler. Bu kişiler için, sosyal çevreden uzaklaşma isteği, duyusal duyarlılıklarını dengelemek amacı taşıyabilir.

Düşük öz saygıya sahip bireyler, sosyal çevrelerinde kendilerini yetersiz veya kabul edilmemiş hissedebilirler. Bu nedenle, bu kişiler sosyal etkileşimlerden kaçma isteği duyabilirler.

Bazı insanlar, yaratıcı düşünme ve kişisel refahlarını artırmak için yalnız kalmayı tercih ederler. Bu tür kişiler için, sosyal çevreden uzaklaşma, düşünme ve yaratıcılık fırsatları yaratma amacını taşır.

Bazı insanlar, bağımsızlık ve kendi yaşamlarını kontrol etme isteğiyle doludur. Bu kişiler, sosyal çevreden uzaklaşma isteği duyarak kendi başlarına kararlar almak ve kontrol sahibi olmak isterler.

Günümüzde, dijital dünya her zamankinden daha baskın hale gelmiştir. Sosyal medya platformları, insanların sürekli olarak kendilerini gösterme ve diğerlerini izleme fırsatı sunar. Bu sürekli teşhir, bireylerin kendilerini sürekli olarak başkalarıyla karşılaştırmalarına yol açabilir. Bu karşılaştırmalar, özsaygıyı etkileyebilir ve bir kişinin “kaçma” isteği doğurabilir. Sosyal medya kullanıcıları, sıklıkla diğer insanların gönderilerini gördüklerinde kendilerini onlarla karşılaştırma eğilimindedir. Kişisel tatmin düzeyini düşürebileceği gibi bu düşüş, kişinin ortadan kaybolma isteğinin temelini oluşturabilir. Dijital dünya, sık sık kaçma veya kendini gizleme isteği yaratabilir. Bu, bireylerin sosyal medya platformlarından veya çevrimiçi dünyadan tamamen çekilme düşüncesine yol açabilir. Kişi stresi ve kaygıyı azaltma amacı taşıyor olabilir.

Sosyal medya platformlarının bağımlılık yapıcı özellikleri, bireyleri sürekli olarak bu platformlarda vakit geçirmeye yönlendirebilir. Bu bağımlılık, bireylerin sosyal medyayı kapatma isteğini tetikleyebilir. Sosyal medyanın kullanımı, beynin ödül sistemini aktive edebilir. Her beğeni, yorum veya paylaşım, beyinde dopamin salınımına yol açar. Bu dopamin salınımı, sosyal medyanın bağımlılık yapıcı etkilerini artırabilir ve kişinin sürekli olarak bu platformları kontrol etme isteğini artırabilir. Sosyal medya kullanıcıları sıklıkla bilinçsizce içerik tüketirler. Bu, saatlerce ekran başında geçirilen zamanı artırabilir ve kişinin sosyal medyayı kapatma isteği doğurabilir.

Gizlilik ve internet güvenliği endişeleri, insanların sosyal medyayı kapatma isteği duymalarına yol açabilir. Son yıllarda veri ihlalleri ve kişisel bilgilerin kötüye kullanılması haberlerinin artması, bireylerde sosyal medya platformlarına güvensizlik yaratmıştır. Bu güvensizlik, kullanıcıların hesaplarını kapatma isteği duymalarına neden olabilir. İnternet kullanıcıları, dijital ayak izlerini kontrol etme ve silebilme arzusuyla sosyal medyayı kapatma isteği duyabilirler. Bu, kişisel gizliliği ve dijital kimliği koruma amacı taşır.

Unutulmaması gereken şey, bu isteklerin kişiden kişiye değişebileceği ve herhangi bir kişisel veya psikolojik nedenin farklı kişileri farklı şekillerde etkileyebileceğidir. Eğer bu tür bir ortadan kaybolma isteği, kişinin yaşamını olumsuz etkiliyorsa veya uzun süreli ise, bir psikolog ile görüşmek yardımcı olabilir.













Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

KENDİNE ŞEFKAT, SAYGI VE KABUL

Kendinize Duygusal Bakımın Önemi

Kendine şefkat ve kendini kabul etme, psikolojik ve duygusal iyi olmanın temel taşlarından biridir. Ancak, bu kavramlar sık sık hafife alınır veya göz ardı edilir. Kendine şefkat ve kendini kabul etme eksikliği, bir kişinin günlük hayatında çeşitli belirtilerle kendini gösterebilir.

Kendini kabul etme eksikliği olan kişiler, kendilerini sık sık eleştirirler. Her hata veya eksiklik, içsel eleştiriye yol açar ve bu durum öz saygıyı düşürebilir. Kendini kabul etmekte zorlananlar, mükemmel olma baskısı altında yaşarlar. Her şeyin kusursuz olması gerektiğini düşünürler ve bu nedenle sürekli bir stres ve endişe yaşarlar. Kendini kabul etmeyen kişiler, kendilerini değersiz hissederler. Bu düşük öz saygı, ilişkilerde ve iş hayatında sorunlara yol açabilir. Kendini kabul etme eksikliği, içsel stres ve anksiyetenin artmasına neden olabilir. Bu kişiler, sürekli olarak kendilerini ve davranışlarını sorgularlar, bu da kaygı ve stres düzeylerini artırır. Başkalarıyla olan ilişkilerde zorlanabilirler. Kendilerini yetersiz hissettikleri için sosyal etkileşimden kaçınabilirler.

Kendine şefkat, kendinize nazik, anlayışlı ve sevgi dolu bir tutumla yaklaşma yeteneğidir. Kendine şefkatli olmak, olumsuz duygusal deneyimlerinizi değerlendirme ve kabul etme becerisini içerir. Kendinize acıdığınızda veya hata yaptığınızda kendinizi eleştirmek yerine anlayışlı ve sabırlı bir şekilde kendinizle ilgilenmek anlamına gelir. Kendine şefkatli olmak, stresi azaltabilir, özsaygıyı artırabilir ve genel yaşam memnuniyetini artırabilir.

Kendini kabul etmek, kendinizi olduğunuz gibi kabul etme ve kendinize değer verme sürecidir. Bu, mükemmel olma veya başkaları gibi olma baskısından kurtulmayı içerir. Kendini kabul etmek, özsaygıyı ve özsaygıyı artırabilir, ilişkilerde daha sağlam temeller oluşturabilir ve duygusal refahı artırabilir.

Kendine Şefkat ve Kendini Kabul Etmenin Faydaları

Kendini kabul eden kişiler, daha yüksek öz saygı ve özgüvene sahiptirler. Bu da daha iyi duygusal refah anlamına gelir. Kendine şefkat ve kendini kabul etmek, yaşamın zorluklarına karşı daha dirençli olmanıza yardımcı olabilir. Stresle başa çıkma becerilerinizi geliştirebilir ve duygusal dengeyi korumanıza yardımcı olabilir. Kendini kabul eden bir kişi, daha sağlam ilişkiler kurma yeteneğine sahiptir. Diğer insanlara daha açık, anlayışlı ve sevgi dolu bir şekilde yaklaşabilirler. Kendinizi kabul etmek, sağlıklı ve tatmin edici ilişkiler kurmanıza yardımcı olabilir çünkü siz kendinize değer veriyorsanız, başkalarının da sizi değerli bulma olasılığı daha yüksektir. Kendine şefkatli olmak, stres düzeylerini azaltabilir. Hataları ve zorlukları kabul ederek, stresin olumsuz etkilerini en aza indirebilirler. Kendini kabul eden bir kişi, kendine daha fazla güvenir ve daha iyi kararlar alabilir. Kendi değerini kabul etmek, daha iyi hedefler belirleme ve bunlara ulaşma konusunda motivasyon sağlar. Kendini kabul edenler, kendilerine daha iyi bakma eğilimindedirler. Daha sağlıklı bir yaşam tarzı benimseyebilirler, çünkü kendilerine değer verdikleri için sağlıklarını koruma konusunda daha istekli olurlar.

Nasıl Geliştirilir?
Duygusal tepkilerinizi ve kendinize karşı nasıl davrandığınızı dikkatlice gözlemleyin. Kendinize ne zaman eleştirel olduğunuzu veya kendinizi değersiz hissettiğinizi belirleyin. Hatalarınızı ve eksikliklerinizi kabul edin. Herkes hata yapar ve mükemmel olmak zorunda değilsiniz. Kendinize fiziksel ve duygusal olarak iyi bakın. Sağlıklı beslenme, düzenli egzersiz ve yeterli uyku önemlidir. Kendinize pozitif ve destekleyici bir şekilde konuşun. Olumsuz düşünceleri fark edin ve bunları olumlu ifadelerle değiştirin.

Kendine şefkat ve kendini kabul etme, duygusal sağlığınızı ve yaşam kalitenizi olumlu bir şekilde etkileyebilecek güçlü araçlardır. Kendinize nazik ve sevgi dolu bir şekilde yaklaşarak, daha mutlu, sağlıklı ve tatmin edici bir yaşam sürdürebilirsiniz. Bu süreç, kendinizi keşfetme ve kişisel büyüme yolculuğunuzun önemli bir parçasıdır.

Kendi kendinize şefkat ve kendinizi kabul etme konusunda zorlanıyorsanız, uzman bir psikologdan yardım alabilirsiniz.











Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

MANİPÜLASYONA UĞRUYORUM

Bir kişinin başkalarını etkilemek, kontrol etmek veya kandırmak amacıyla çeşitli psikolojik taktikler kullanması manipülasyon anlamına gelir. Manipülatörler, genellikle hedef kişinin duygusal ve veya zihinsel zayıf noktalarını hedeflerler ve onları istedikleri sonuca yönlendirmeye çalışırlar. Manipülasyon, kişiler arası ilişkilerde, işyerlerinde veya toplumsal ilişkilerde ortaya çıkabilir.

Manipülasyona Uğradığınızı Nasıl Anlarsınız?

Manipülasyona uğradığınızı anlamak önemlidir, çünkü bu tür bir ilişki sağlığınızı ve mutluluğunuzu olumsuz etkileyebilir.

  • Manipülatör, sizin üzerinizde sürekli bir kontrol sağlamaya çalışır. Kararlarınızı sorgular, izler ve müdahale eder.
  • Sık sık suçluluk duygusu yaratır veya duygusal şantajda bulunur. Sizi suçlu hissettirerek istediklerini elde etmeye çalışır.
  • Sürekli eleştiriler ve aşağılama ile sizi kendinize karşı güvensiz hissettirir.
  • Manipülatör, iletişim kanallarını kapatır veya sizinle konuşmayı reddeder. Bilgiyi sınırlar ve sizden bazı bilgileri saklar.
  • Manipülatör, sizden sürekli olarak bir şeyler isteyebilir ve bu istekler sizi rahatsız edebilir.

Manipülasyonu birçok farklı teknikle gerçekleştirebildiği unutulmamalıdır.

  • Suçluluk duygusu yaratma
  • Ağlama, öfke patlamaları gibi duygusal tepkileri tetikleme.
  • Önemli bilgileri saklama veya sınırlama (böylece hedef kişi bilgiye erişememekte ve bağımsız karar verememektedir)
  • Farklı kişilere veya durumlara farklı davranma
  • Yalan söyleme, gerçekleri çarpıtma veya durumu manipüle etme yoluyla sözel olarak etki yaratmaya çalışma

Manipülasyon, kişiler arası ilişkilerde zararlı bir etki yaratabilir. Ancak farkındalık, sınırlarınızı koruma ve sağlıklı iletişim becerileri geliştirme, manipülasyondan kurtulmanıza yardımcı olabilir.

Manipülasyona uğradığınızı fark etmek kurtulmada ilk adımdır. İşte bu yüzden belirtileri tanımak önemlidir. Sağlıklı ilişkiler ve kişisel refah için manipülasyonu tanımak ve karşı koymak önemlidir. Kendinize olan güveninizi artırmakla başlayalım, öncelikle kendi sınırlarınıza siz saygı gösterin. Aileniz, arkadaşlarınız veya bir uzman ile konuşarak destek arayabilir, sağlıklı iletişim becerileri kazanarak manipülasyona karşı daha güçlü bir duruş sergileyebilirsiniz.

Gaslighting Nedir?
Gaslighting, psikolojik bir manipülasyon tekniği olarak bilinir ve bir kişinin başka bir kişiyi, genellikle romantik ilişkilerde veya kişisel etkileşimlerde, kendi zihinsel sağlığına, hafızasına ve gerçekliğine duyduğu güveni sarsmaya çalışmasını ifade eder. Terimin kökeni, 1944 yapımı “Gaslight” adlı bir filmdeki ana karakterin bu manipülasyon tekniğini kullandığı sahnelerden gelir. Gaslighting, bilimsel olarak psikolojik istismarın bir türü olarak kabul edilir.

Gaslighting uygulayan kişi, kurbanın deneyimlerini, gözlemlerini veya hatıralarını çürütmek için yalanlar söyler veya olayları inkar eder. Örneğin, bir kişi, bir tartışmanın yaşanmadığını iddia edebilir, kurbanın hatırladığı olayları reddedebilir veya başka bir şekilde gerçekleri saptırabilir.

Gaslighting kurbanın kendi gerçekliğini sorgulamasına neden olmak için bilinçli olarak çelişkili bilgiler verme veya tutarsız davranışlar sergileme yoluna gidebilir. Bu, kurbanın kendi zihinsel sağlığını ve algısını sorgulamasına yol açar.

Gaslighting, kurbanın duygusal olarak zayıf hissetmesine neden olmak için eleştiri ve küçümsemeyi içerebilir. Kişi, kurbanı sürekli olarak aşağılar ve değersiz hissettirir.












Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

BİLİŞSEL GELİŞİM & PİAGET

Jean Piaget, İsviçreli bir psikolog ve bilişsel gelişim alanının öncülerinden biridir. Piaget, çocukların zihinsel gelişimini anlamak ve açıklamak amacıyla kapsamlı bir araştırma programı yürütmüştür. Çocukların dünya hakkındaki anlayışlarının yaşa ve deneyime bağlı olarak nasıl değiştiğini açıklar. Onun çalışmaları, bilişsel gelişimin dört temel evresini tanımlayan ünlü “Bilişsel Gelişim Kuramı”nı oluşturmuştur.

Duyusal-Motor Evre (0-2 yaş): Bu evre, doğumdan itibaren başlar ve yaklaşık 2 yaşına kadar sürer. Bu dönemde çocuklar dünya ile temas kurar ve çevrelerini duyuları ve motor becerileri aracılığıyla keşfederler. Nesneleri tanıma, nesneleri elde etme ve manipüle etme yetenekleri bu evrede gelişir. Ayrıca bu dönemde nesnelerin sürekliliği ve durağanlığı gibi temel kavramlar gelişir.

İşlem Öncesi Evre (2-7 yaş): Bu evre, yaklaşık 2 ila 7 yaşları arasında devam eder. Çocuklar bu dönemde sembollerle çalışmaya başlarlar ve düşünce yetenekleri gelişir. Ancak bu düşünce, somut ve elle tutulabilir nesnelerle sınırlıdır. Mantıksal düşünce ve soyut kavramları anlama bu evrede tam olarak gelişmemiştir.

Somut İşlem Evresi (7-11 yaş): Somut işlem evresi, yaklaşık 7 ila 11 yaşları arasında sürer. Bu dönemde çocuklar somut nesneler ve olaylar üzerinde mantıksal düşünme becerilerini geliştirirler. Toplama, çıkartma, sınıflandırma ve ölçme gibi somut işlemleri yapabilirler. Ancak soyut kavramları ve hipotetik düşünceyi henüz tam olarak anlayamazlar.

Formel İşlem Evresi (12 yaş ve sonrası): Formel işlem evresi, yaklaşık 12 yaşından itibaren başlar ve yetişkinlik dönemine kadar devam eder. Bu evrede bireyler soyut düşünme, hipotetik düşünme ve mantıksal düşünme becerilerini geliştirirler. Soyut kavramları anlamak, hipotezler üretmek ve karmaşık mantıksal sorunları çözmek bu dönemin özelliklerindendir.

Jean Piaget’nin bilişsel gelişim kuramı, ebeveynlere çocukların zihinsel gelişimini anlama ve destekleme konusunda rehberlik sağlar. Piaget, çocukların zihinsel gelişiminin evrelerle ilerlediğini ve her evrede farklı düşünme yeteneklerine sahip olduklarını vurgular. Ebeveynler olarak, çocuğunuzun yaşına ve bilişsel evresine uygun bir şekilde iletişim kurmak ve onun gelişimini desteklemek önemlidir.

Çocuğunuzu Gözlemleyin: Çocuğunuzun davranışlarını ve düşünce süreçlerini gözlemleyin. Bu, onun hangi evrede olduğunu ve ne tür destek veya yönlendirmeye ihtiyaç duyabileceğini anlamanıza yardımcı olur.

Çocuğunuzun Somut Düşünme Evresini Anlayın: Çocuklar somut düşünme evresindeyken, somut nesneler ve olaylarla daha iyi başa çıkarlar. Onların soyut düşünme yetenekleri gelişmemiş olabilir, bu nedenle somut örnekler ve deneyimlerle öğrenmelerine yardımcı olun.

Soru Sormaya Teşvik Edin: Çocuğunuzun düşünme becerilerini geliştirmesine yardımcı olmak için ona sorular sormayı teşvik edin. Kendi fikirlerini ifade etmesi ve sorunları çözmesi için fırsatlar yaratın.

Sabırlı Olun: Piaget’nin kuramı, çocukların bilişsel gelişiminin yaşa bağlı olarak ilerlediğini gösterir. Bu nedenle, çocuğunuzun kavramlarını anlaması ve geliştirmesi için zamana ihtiyacı olduğunu unutmayın. Sabırlı olun ve onun hızına saygı gösterin.

Oyun ve Keşif İmkanları Sunun: Oyun, çocuklar için öğrenmenin temel bir yoludur. Onlara farklı materyallerle oynamaları için fırsatlar sunun ve keşfetmelerine izin verin. Bu, somut düşünme becerilerini geliştirmelerine yardımcı olur.

Bağımsızlık ve Kendilik İnşası İçin Destekleyin: Piaget’nin kuramı, çocukların kendi kimliklerini inşa etme sürecini vurgular. Bu süreci desteklemek için çocuğunuza kendi kararlarını verme fırsatları verin ve bağımsızlık kazanmasına yardımcı olun.

Jean Piaget’nin bilişsel gelişim kuramı, ebeveynlere çocuklarının zihinsel gelişimini daha iyi anlama ve onların potansiyelini en üst düzeye çıkarmak için nasıl yardımcı olabileceklerini anlatır. Bu yaklaşım, çocukların öğrenme ve düşünme süreçlerini daha iyi anlamamıza ve onları daha etkili bir şekilde desteklememize yardımcı olur.











Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

KİMLİK GELİŞİMİ

Kimlik gelişimi, bireylerin yaşamları boyunca kendilerini tanımlama, anlama ve kimliklerini oluşturma sürecini ifade eder. Bu kavram, psikoloji, sosyoloji ve gelişimsel bilimler gibi disiplinlerde incelenir ve bireyin kimlik oluşturma süreci karmaşık ve çok boyutludur. Kimlik gelişimi, bireylerin yaşamları boyunca sürekli bir süreçtir ve yaşamın farklı aşamalarında farklı şekillerde deneyimlenir. Bu süreç, bireyin kişisel değerleri, inançları, ilişkileri ve toplumsal rolleri anlama ve uyum sağlama yeteneğini yansıtır.

Kimlik gelişimi, bir bireyin kendisi hakkında bir kavrayış oluşturma ve bu kavrayışı zaman içinde geliştirme sürecini içerir. Bu kavrayış, bireyin kendisinin kim olduğu, neyi önemsediği, hangi değerlere sahip olduğu ve kendisini nasıl bir rolde gördüğü gibi faktörleri içerir. Kimlik gelişimi sürecinde, özellikle ergenlik döneminde, bireyler sık sık bir “kimlik krizi” deneyimlerler. Bu kriz, kim oldukları ve nereye ait oldukları konularında belirsizlik ve kararsızlık anlarını ifade eder. Bu dönemde bireyler, toplumun beklentileri, aile etkileri, arkadaş çevresi ve kişisel deneyimler gibi birçok faktörü göz önünde bulundurarak kimliklerini oluşturmaya çalışırlar.

Kimlik gelişimi, bireyin yaşadığı toplumun ve kültürün etkisi altında şekillenir. Toplumsal cinsiyet, etnik köken, din, dil ve sosyal sınıf gibi faktörler, bireylerin kimliklerini oluştururken önemli bir rol oynar. Bu nedenle, kimlik gelişimi, bireyin kendi deneyimlerinin yanı sıra sosyal ve kültürel etkileri de içerir.

Erik Erikson, kimlik gelişimi üzerine odaklanan en tanınmış teorilerden birini geliştirmiştir. Ona göre, kimlik gelişimi ömrün farklı aşamalarında devam eder, ancak ergenlik dönemi bu sürecin zirvesidir. Erikson, ergenlerin kimliklerini tanımlama ve bulma sürecinde bir “kimlik krizi” yaşadıklarını belirtir. Bu kriz, kişinin kim olduğu ve nereye ait olduğu konularında belirsizlik yaşadığı dönemdir. Kimlik krizini başarıyla aşmak, sağlıklı bir kimlik gelişimini simgeler.

Kimlik gelişimi sürecinde, bireyler farklı kimlik statülerinde bulunabilirler. Bu, bireylerin kimliklerini nasıl tanımladıkları ve geliştirdikleri konusunda farklılıklar yaşadıklarını gösterir. James Marcia, Erikson’un kimlik krizi teorisini geliştirerek kimlik statüleri kavramını tanıttı. Marcia’ya göre, kimlik statüleri dört kategoriye ayrılır. Araştırmaları, bireylerin bu farklı statülerde kimliklerini tanımladıklarını ve geliştirdiklerini göstermiştir.

Lawrence Kohlberg, kimlik gelişimini ahlaki gelişimle ilişkilendiren çalışmalar yapmıştır. Ona göre, ahlaki düşünce yetenekleri kimlik gelişimi ile bağlantılıdır. Kohlberg, bireylerin kimliklerini tanımlarken ahlaki düşünce kapasitelerini kullanabileceklerini öne sürmüştür.

Hazen ve Shaver, romantik ilişkilerin kimlik gelişiminde önemli bir rol oynadığına dair çalışmalar yapmışlardır. Bağlanma teorisi, bireylerin çocukluktan itibaren geliştirdikleri bağlanma stillerinin, yetişkinlikteki romantik ilişkiler ve kimlik gelişimi üzerinde etkili olduğunu öne sürer.

Kimlik gelişimi konusundaki araştırmalar, bireylerin kimliklerini bulma ve tanımlama sürecini daha iyi anlamamıza yardımcı olmuş, ancak, bireysel farklılıkları ve kültürel etkileri de göz önünde bulundurarak daha kapsamlı bakılması gerekmektedir.











Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

SAĞLIKLI BAĞLANMA

Ebeveyn ve Çocuk Arasındaki Bağ

İnsan yaşamının en temel ve güçlü ilişkilerinden biri, ebeveyn ve çocuk arasındaki bağdır. Bu bağ, çocuğun fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarını karşılayan bakım vereni/verenleri ile kurulur.

Bağlanma Çeşitleri neler?

Güvenli Bağlanma: Güvenli bağlanmış çocuklar, ebeveynlerinin her zaman yanlarında olacağını ve ihtiyaçlarının karşılanacağını bilirler. Bu çocuklar genellikle daha bağımsız, sosyal ve özgüvenli olurlar. Güvenli bağlanma, çocukların duygusal güven duygusu geliştirmelerine yardımcı olur.

Sağlıklı bağlanma, güvenli bağlanma türünü yansıtır. Bu tür bağlanmada, bakım veren ve çocuk birbirlerine güvenirler, duygusal olarak destekleyici ve anlayışlı bir ilişki geliştirirler. Sağlıklı bağlanmış çocuklar, ilişkilerde daha başarılı ve mutlu olma eğilimindedirler.

Kaygılı Bağlanma: Kaygılı bağlanmış çocuklar, ebeveynlerinin davranışlarını tahmin etmekte zorlanır ve çoğunlukla endişeli ve bağımlı olabilirler. Bu bağlanma türünde çocuklar, ebeveynin ilgisini sürekli olarak çekmeye çalışabilirler.

Kaçınmacı Bağlanma: Kaçınmacı bağlanmış çocuklar, ebeveynlerinin yardımına ihtiyaç duymamaya çalışırlar ve genellikle duygusal ifadeleri kısıtlıdır. Bu tür bağlanma, çocukların duygusal yakınlıktan kaçınma eğiliminde olduğu bir ilişki modelini yansıtır.

Anneden Ayrışma
Anne ve çocuk arasındaki ilişki, çocuğun yaşamının temelini oluşturur. Anne ve çocuk arasındaki bağ, emme sürecinden itibaren şekillenir. Bu ilişkinin sağlıklı olması, çocuğun duygusal güvenini artırır ve sosyal ilişkilerini güçlendirir. Anneden ayrışma, çocuğun kendi özgürlüğünü kazanmasına ve ayrı bir birey olarak gelişmesine yardımcı olan önemli bir süreçtir. Bu süreç, çocuğun kendi düşünce ve duygularını ifade etmesine, sorumluluklarını üstlenmesine ve kendi kararlarını vermesine fırsat tanır.

Bağlanma davranışları, çocuğun ebeveynleri / bakım verenleri ile ilişkisini yansıtan önemli göstergelerdir. Bu davranışlar, çocuğun duygusal gelişimini ve gelecekteki ilişkilerini şekillendirebilir. Bu nedenle, anne, baba ya da diğer bakım verenler ve çocuk arasındaki bağın sağlıklı bir şekilde geliştirilmesi ve sürdürülmesi, çocuğun psikolojik ve duygusal ihtiyaçlarının karşılanmasında kritik bir rol oynar.

Güvenli Bağlanma Davranışları

Güvenli bağlanmış çocuklar, bakım verenleri ile göz teması kurmayı severler. Göz teması, duygusal bağın güçlenmesine yardımcı olur ve iletişimi artırır.

Güvenli bağlanmış çocuklar, duygusal dengeyi daha iyi sağlarlar.

Bakım verenlerinden ayrıldıklarında dünyayı keşfetmek için daha rahatlardır, bağımsızlık duyguları gelişmiştir.

Kaygılı Bağlanma Davranışları

Kaygılı bağlanmış çocuklar, bakım verenlerine aşırı bağımlı olabilirler. Sürekli olarak annelerinin yanında kalmak isterler ve ayrılmaktan korkarlar.

Bu çocuklar, ebeveynlerinin davranışlarını tahmin etmekte zorlanır. Bakım verenin duygusal tutarsızlığı, çocukta endişe ve karmaşık duygular yaratabilir.

Kaygılı bağlanmış çocuklar, sık sık duygusal dalgalanmalar yaşayabilirler. Aniden mutlu olabilirlerken, hemen sonra üzüntü veya öfke gösterebilirler

Sürekli olarak ebeveynlerinden onay ve sevgi ararlar. Kendi öz saygıları zayıf olabilir ve dışsal onayı yetişkinliklerinde de sürekli olarak arayabilirler.

Kaçınmacı Bağlanma Davranışları

Kaçınmacı bağlanmış çocuklar, duygusal ifadeleri sıklıkla engellerler. Duvar örmeye eğilimli olabilirler ve bakım verene karşı duygusal olarak mesafe koymaya çalışırlar.

Bu çocuklar, bağımsızlık ve kendi kendine yeterlilik konusunda ısrarcı olabilirler. Yardım istemekten kaçınırlar ve duygusal ihtiyaçlarını bastırmaya eğilim gösterebilirler.

Kaçınmacı bağlanmış çocuklar, duygusal tepkileri sıklıkla sınırlarlar. Ebeveynlerinin yokluğuna veya ayrılmasına karşı sakin görünebilirler, ancak içlerinde duygusal bir uzaklık hissi taşırlar.

Ebeveynlerin davranışları, çocukların bağlanma stillerini büyük ölçüde etkiler. Ebeveyn davranışlarının bağlanma stillerini nasıl etkilediğine dair birkaç örnek:

Güvenli Bağlanma

  • Ebeveynler çocuklarının ihtiyaçlarını düzenli ve duyarlı bir şekilde karşılıyorsa.
  • Ebeveynler sevgi, şefkat ve anlayış göstererek çocuklarının duygusal ihtiyaçlarını karşılıyorsa.
  • Ebeveynler tutarlı bir şekilde sınırlar ve kurallar koyma konusunda adil bir yaklaşım sergiliyorsa.
  • Ebeveynler, çocuklarına güvenilir bir şekilde eşlik edip, onların duygusal dalgalanmalarına anlayışla yaklaşıyorsa.

Kaygılı Bağlanma

  • Ebeveynler sürekli olarak duygusal dalgalanmalar yaşayıp, çocuklarına karşı tahmin edilemez davranıyorlarsa.
  • Ebeveynler ilgi ve sevgiyi koşullu bir şekilde sunuyorlarsa (örneğin, çocuk sadece iyi davrandığında sevilir).
  • Ebeveynler arasındaki ilişkide sürekli çatışma ve belirsizlik varsa, çocuk kaygılı bir bağlanma geliştirebilir.

Kaçınmacı Bağlanma

  • Ebeveynler, çocuklarının duygusal ifadelerini bastırmalarını veya reddetmelerini teşvik ederlerse.
  • Ebeveynler, çocuklarının bağımsızlık ve kendi kendine yeterlilik kazanmalarını ön planda tutarlar, ancak duygusal ihtiyaçlarına fazla dikkat etmezlerse.
  • Ebeveynler, çocuklarına duygusal olarak uzak veya ilgisiz davranırlarsa.

Ebeveyn davranışları, çocuğun bağlanma stilini oluştururken temel bir rol oynar. Ancak önemli bir nokta şudur ki, bağlanma stilleri kesin bir kalıp içinde değildir ve zaman içinde değişebilir. Ebeveynler, çocuklarına duygusal destek ve güven sağlamak için çaba sarf edebilirlerse, çocukların bağlanma stilleri daha güvenli ve sağlıklı bir yöne evrilebilir. Ayrıca, ebeveynler arasındaki ilişkinin de çocuğun bağlanma stilini etkilediğini unutmamak önemlidir.











Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

BU DÜNYAYA ÇOCUK GETİRMEK

Ebeveyn Olma Tercihi & Kaygısı


Bu dönemde çocuk sahibi olmaya yönelik korkular ve görüşler, pek çok çift için oldukça yaygın konuşulan bir konu. Çocuk büyütmek, büyük sorumluluklar ve değişiklikler gerektiren bir deneyim, bu nedenle birçok insan için endişe kaynağı olması çok olağan.

Bazı insanlar, çocuk büyütmek için yeterli yeteneklere sahip olmadıkları konusunda endişe duyarlar. Bu, onların kendi yetileri hakkında bir özgüven eksikliği yaşamalarına neden olabilir. Ancak, çocuk büyütmek, deneyim kazandıkça ve ihtiyaç duyulan becerilerin öğrenilebildiği bir süreçtir.

çocuk sahibi olmak kaygısı

Çocuk sahibi olmanın, bireyin zaman ve özgürlüğünde büyük bir değişiklik yarattığı doğrudur. Bazı insanlar, çocuk sahibi olmanın kariyerlerine, sosyal hayatlarına ve kişisel özgürlüklerine sınırlama getireceğinden endişe ederler. Ancak, çocuk büyütmek, kişisel büyüme, sevgi ve anlam dolu bir deneyim getirebilir. Terapilerde zaman yönetimi ve destek sistemleri hakkında konuşmamız bu endişeleri azaltabiliyor. Çiftlere birlikte planlama yaparak, bireysel zamanlarını ve özgürlüklerini koruyabilecek stratejiler geliştirmelerini öneririm.

Bir çocuğun büyütülmesi, ekonomik olarak pek tabii bir yük oluşturabilmekte. Çiftlerin çocuk sahibi olmadan önce mali durumlarını değerlendirmeleri, bütçeleme yapmaları ve gerekirse destek aramalarını tavsiye ederiz. Araştırmalar, çocukların sağlık, eğitim ve temel ihtiyaçları için mali kaynakların planlanmasının önemli olduğunu göstermektedir. İlk yıllarda bebek bezi, bebek bakımı ürünleri, sağlık masrafları ve eğitim gibi masrafların artması hayatın gerçekleri. Finansal zorluklar, çiftler arasında stres ve çatışmalara neden olan etkenler arasında üst sıralarda. Ancak, doğru bir mali planlama ve bütçeleme stratejisi ile bu endişelerin üstesinden de bir olarak gelinebilir.

Çocuk sahibi olmanın getirdiği geleceğe dair belirsizlikler de bazı insanlar için endişe kaynağı olabilmekte. Ebeveynler, çocuklarının sağlığı, mutluluğu, başarısı ve güvenliği konusunda endişe duyarlar. Bu endişeler normaldir, ancak çocukların büyüme sürecinde onlara destek olma ve onların ihtiyaçlarına cevap verme yeteneğimizin önüne geçmemelidir. Sağlıklı bir ebeveyn-çocuk ilişkisi ve çocuğun güvenli bir ortamda büyümesi için önemli faktörleri seanslarda konuşabiliriz.

çocuk sahibi olmak kaygısı

Çocuk sahibi olmanın, bireyin kendi hayat deneyimlerini yitirmesine neden olabileceği endişesi de seanslarda yaygın gözlemlediğim bir durum. Çocukların bakımı ve büyütülmesi, zaman, enerji ve dikkat gerektiren bir süreçtir. Bu nedenle, bazı insanlar kendi bireysel hedeflerine ve ilgi alanlarına zaman ayıramayacaklarını düşünerek endişeye kapılabilirler. Ancak, çocuk sahibi olmak, yaşamın farklı bir aşamasına geçmek anlamında yeni deneyimlerin kaynağı da olabilir. Çocuğun büyümesiyle birlikte aile içindeki dengeyi bulmak da mümkündür. Yeni bir yaşam aşamasında bireylerin kendi ilgi alanlarına ve hedeflerine zaman ayırmalarının önemini her seans vurgulamaktayım. Araştırmalar gösteriyor ki; ebeveynlerin kendi ihtiyaçlarını da gözetmeleri çocuklarıyla daha iyi ilişkiler kurmalarına yardımcı olmakta.

Bu korkular ve görüşler, bireylerin geçmiş deneyimleri, öğretileri, değerleri ve beklentileriyle şekillenmektedir. Bireyler, bu konuda kendi duygularını ve ihtiyaçlarını açıkça ifade etmeli ve partnerleri/aileleri ile açık bir iletişim kurarak ortak kararlar almalıdır. Bu çatışma anlarını yönetebilmek ve kaynaklarınızı güçlendirmek adına bir ruh sağlığı uzmanından destek almak da önemlidir.

Unutulmamalıdır ki, çocuk sahibi olmak ya da olmamak her bireyin kendi görüşüne saygı duyulması gerekilen bir konudur.











Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

OKUL KAYGISI

Okulun ilk günü çocukların duygusal tepkiler göstermeleri oldukça yaygın bir durumdur. Bu tepkilerin nedenleri farklı olabilir ve ebeveynlerin bu konuda nasıl yaklaşmaları gerektiğine dair bilinçli olmaları önemlidir.

Bazı Çocukların Okulun İlk Gününde Ağlamaları Olası ve Ağlamamak Kadar Normal

Okula gitmek, çocuklar için ayrılmak anlamına gelir ve bu ayrılık kaygısı yaratabilir. Anne ve babalarından ayrılmaktan endişe duyan çocuklar, bu kaygılarını gözyaşlarıyla ifade edebilirler.

Okula yeni başlayan çocuklar için okulun fiziksel ortamı, öğretmenleri ve arkadaşlarıyla tanışmak yeni ve korkutucu olabilir. Bu da endişe ve hüzün yaratabilir.

Bazı çocuklar sosyal durumlarda daha fazla kaygı yaşayabilirler. Okulun ilk günü, yeni insanlarla tanışma ve tanınmadık yüzlerden oluşan bir grup içinde olma durumu, bu çocuklarda ağlamalara yol açabilir.

Öğrenciler için öğretmenin ilgisi ve tutumu çok önemlidir. Eğer bir çocuk öğretmenden olumsuz bir tepki veya ilgisizlik hissederse, bu da ağlamalara neden olabilir.

Daha önceki olumsuz okul deneyimleri veya ayrılık kaygısı yaşamış çocuklar, yeni bir okula başlama durumunda daha hassas olabilirler.

Ebeveynlerin Yaklaşımı Ne Olmalı?

Destek ve Anlayış
Ebeveynler çocuklarının duygusal tepkilerini anlamalı ve desteklemelidirler. Çocuğunuzun bu dönemde daha fazla sevgi ve güvenceye ihtiyacı olabilir.

Hazırlık Süreci
Okula başlamadan önce çocuğunuzu hazırlamak önemlidir. Okulu ziyaret etmek, öğretmeni ve sınıf arkadaşları hakkında bilgi vermek çocuğun daha rahat hissetmesini sağlayabilir.

Güven Vermek
Çocuğunuza, okula gitmenin birçok çocuk için normal bir deneyim olduğunu ve kendisinin de bu deneyimi başarılı bir şekilde atlatabileceğini anlatmak önemlidir.

Olumlu Bir Ortam Yaratmak
Çocuğunuzun okulu olumlu bir şekilde algılamasına yardımcı olun. Okulu, yeni arkadaşlar edinme ve yeni şeyler öğrenme fırsatı olarak tanıtın.

Sabır Göstermek
Ebeveynler, çocuklarının duygusal tepkilerine sabırla yaklaşmalılar. İlk gün ağladıklarında onları teselli etmek ve desteklemek önemlidir.

Kaygı Yaşar İse O An Söylenebilecekler

Okulun güvenli bir yer olduğunu ve öğretmenlerin / diğer yetişkinlerin ona iyi bakacaklarını söyleyebilirsiniz

Çocuğunuzun duygusal tepkilerini anlayışla karşılayın ve onun duygusal deneyimlerini geçerli kabul edin. Ona hissettiği duyguları ifade etme ve paylaşma fırsatı verin.

Okula başlamayı heyecan verici bir macera olarak sunun. Yeni arkadaşlar edinme, yeni şeyler öğrenme ve eğlenme fırsatlarından bahsedin.

Okulun kapısında veya sınıfın kapısında onunla vedalaşırken pozitif ve neşeli bir şekilde davranın. “Okulda harika zaman geçireceksin ve ben senin dönüşünü sabırsızlıkla bekliyor olacağım” gibi olumlu mesajlar verin.

Çocuğunuzun okul hakkında sorular sormasına ve düşüncelerini paylaşmasına fırsat verin. “Okul senin için nasıldı?” veya “Bugün neler öğrendin, seni şaşırtan bilgiler oldu mu?” gibi sorularla onun deneyimini anlamaya çalışın.

Günlük bir rutin oluşturarak çocuğunuza okula gitme sürecini daha öngörülebilir hale getirin. Sabahları aynı sırayla giyinmek, kahvaltı yapmak ve okula gitmek gibi bir rutin oluşturmak çocuğunuzun kendini daha güvende hissetmesine yardımcı olabilir.

Çocuğunuz anaokuluna başlıyor ise ona bir rahatlatıcı nesne vermek, örneğin sevdiği bir oyuncak veya bir mendil, onun okula gitme sürecini daha kolay atlatmasına yardımcı olabilir.

Eğer çocuğunuz ağlıyorsa, onunla duygusal bir şekilde iletişim kurun. “Üzgün olduğunu anlıyorum, ben de bazen bilmediğim şeylerde kaygılanırım ama sonra zamanla alıştığımı fark ederim, her şey zamanla yoluna girer” gibi cümlelerle ona destek olun.

Okulda ne yapacakları hakkında çocuğunuza bilgi verin. Hangi aktivitelerin onu beklediğini açıklamak, okula gitmeyi daha çekici hale getirebilir.

Okulun ilk gününden sonra çocuğunuzun deneyimini sık sık ama boğmadan konuşun. Onun duygusal ve sosyal gelişimini desteklemek için açık bir iletişim sürdürün.

Unutmayın ki her çocuk farklıdır ve ona özgü bazı reaksiyonlar geçici de olabilir. Eğer çocuğunuzun bu tepkileri uzun süre devam ederse veya daha ciddi sorunlar yaşarsa, bir uzmana başvurmak önemlidir. Çocuğunuzun okula uyum sağlaması ve duygusal olarak rahat hissetmesi için zaman ve destek gerekebilir.










Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

İLK GÖRÜŞTE ARKADAŞLIK

Arkadaşlık, insanlar arası ilişkilerin temel taşlarından biri olup, sosyal yaşamın önemli bir parçasını oluşturur. Peki bir kişiyle ilk görüşte arkadaşlık nasıl mümkün olabilir? Bu soruya yanıt bulmak için bilimsel çalışmalar ve araştırmalar ışığında arkadaşlık olgusunu birlikte analiz edelim.

Birçok bilimsel veri ve araştırma, arkadaşlık kurma sürecini etkileyen faktörleri ortaya koymaktadır. Bilimsel araştırmalar, bu faktörlerin arkadaşlık olasılığını şekillendirdiğini göstermektedir. Ancak her arkadaşlık ilişkisi farklıdır ve kişisel dinamiklere dayanır, bu nedenle herkes için tek bir kural veya formül yoktur.

  1. İnsanlar, benzer ilgi alanlarına, değerlere ve kişilik özelliklerine sahip olanlarla daha fazla arkadaşlık kurma eğilimindedirler. Bu teori, arkadaşlıkların temelinde benzerliklerin olduğunu vurgular. Ortak hobiler, tutkular veya yaşam tarzları, bağların oluşmasına katkı sağlar.
  2. Arkadaşlık, güven ve iletişim temeli üzerine inşa edilir. Karşılıklı güven duygusu ve açık iletişim, arkadaşlık kurmayı kolaylaştırır. İyi iletişim becerileri, insanların arkadaşlık ilişkilerini güçlendirmelerine yardımcı olur.
  3. Arkadaşlık, zaman içinde gelişen bir süreçtir. İnsanlar birlikte vakit geçirip deneyimler paylaştıkça, daha yakın ilişkiler kurarlar.
  4. Ortak değerler ve inançlar, arkadaşlık kurarken dikkate alınan önemli unsurlardır. Aynı değerlere sahip olmak, bağların derinleşmesine yardımcı olabilir.
  5. Kişilik uyumu, insanların daha kolay arkadaş olmalarına neden olabilir. Kişilik benzerlikleri, arkadaşlık ilişkilerini güçlendirebilir.
  6. Fiziksel yakınlık, arkadaşlık kurma olasılığını artırır. Aynı çevrede yaşayan veya çalışan kişiler, daha kolay arkadaşlık kurabilirler. İnsanlar, genellikle aynı sosyal ortamlarda bulunan kişilerle daha kolay arkadaşlık kurarlar. Ortak okul, iş veya hobiler gibi sosyal alanlar, arkadaşlık olasılığını artırır.
  7. Duygusal bağlanma, arkadaşlık ilişkilerinin duygusal derinliğini belirler. İnsanlar, birbirlerine duygusal olarak bağlandıklarında, arkadaşlık daha sağlam hale gelir.
  8. Arkadaşlar, sosyal destek sağlama ve stresle başa çıkma konularında önemli roller üstlenirler. Arkadaşlık ilişkileri, insanların duygusal ve psikolojik ihtiyaçlarını karşılayabilir.
  9. Bazı araştırmalar, çocukluk arkadaşlıklarının yetişkinlikteki arkadaşlık ilişkilerini etkilediğini göstermektedir. Çocukluk döneminde oluşan arkadaşlıklar, uzun vadeli bağlantıları şekillendirebilir.

Bu bulgular, arkadaşlık olgusunun karmaşıklığını ve farklı boyutlarını vurgular. Her arkadaşlık farklıdır ve kişisel faktörler, deneyimler ve çevresel etmenler, bir kişinin kimlerle arkadaşlık kuracağını etkiler. Ancak bu araştırmalar, insanların arkadaşlık ilişkilerinin yaşamlarını önemli ölçüde etkilediğini ve insanlar arası ilişkilerin karmaşıklığını daha iyi anlamamıza yardımcı olur.

Arkadaşlığın yararları ve dezavantajları da dikkate alınmalıdır:

  1. Arkadaşlar, duygusal destek sunarak insanların stresle başa çıkmasına yardımcı olabilirler. Zor zamanlarda insanların yanında olmaları, duygusal yükü hafifletir.
  2. Arkadaşlık, insanların sosyal bağlarını güçlendirir. Bu, insanların yalnızlık hissini azaltır ve kendilerini daha ait hissetmelerini sağlar.
  1. Arkadaşlar, insanların özsaygılarını artırabilir ve kendine güvenlerini yükseltebilirler. Olumlu arkadaşlık ilişkileri, kişinin kendini daha değerli hissetmesine yardımcı olabilir.
  2. Arkadaşlarla geçirilen zaman, paylaşılan deneyimlerle doludur. Bu deneyimler, yaşamı daha zengin ve anlamlı hale getirir.
  3. Arkadaşlar, sosyal becerilerin geliştirilmesine yardımcı olabilirler. İnsanlar, arkadaşlarının yanında iletişim becerilerini ve empatiyi geliştirme fırsatı bulurlar.

İyi seçilmiş arkadaşlar, yaşam kalitesini artırabilirken, zararlı arkadaşlıklardan uzak durmak önemlidir.

  1. Bazı insanlar, olumsuz arkadaşlık ilişkileriyle karşılaşabilirler. Bu ilişkiler, kişinin duygusal olarak kötü etkilenmesine ve stres yaşamasına neden olabilir.
  2. Arkadaş grupları, bazen sosyal baskıya neden olabilir. Bu, kişinin grup normlarına uymak zorunda hissetmesine ve kendi değerlerinden ödün vermesine yol açabilir.
  3. Bazı insanlar, arkadaşlıklara aşırı derecede bağımlı hale gelebilirler. Bu, kişinin kendi hayatını kontrol edememesine neden olabilir.
  4. Arkadaşlarla geçirilen zaman, bazen diğer önemli işlere harcanması gereken zamanı azaltabilir. Bu, dengesiz zaman yönetimine yol açabilir.

Olumsuz arkadaşlık ilişkileri ve bu ilişkilerin yarattığı duygusal stres, bireyler için gerçek bir zorluk olabilir. İşte bu tür sorunlarla başa çıkmak için psikolog olarak önerdiğim bazı adımlar:

  1. İlk adım, bu olumsuz arkadaşlık ilişkilerini tanımak ve onların sizin üzerinizdeki etkilerini anlamaktır. Kendinize şu soruları sorun: Bu ilişkiler beni nasıl etkiliyor? Duygusal olarak nasıl hissediyorum?
  2. Kendi sınırlarınızı ve değerlerinizi tanımlayın. Bu sınırları arkadaşlarınıza açıkça ifade edin ve bu sınırlara saygı göstermelerini isteyin. Sizden ödün vermeye veya istemediğiniz bir şeyi yapmaya zorlanmamalısınız.
  3. Bu tür zorlu arkadaşlık ilişkileriyle başa çıkmak için profesyonel yardım almayı düşünün. Bir psikolog ya da psikiyatrist, size duygusal destek sağlayabilir ve bu ilişkilerle başa çıkma konusunda size rehberlik edebilir.
  4. Olumsuz arkadaşlık ilişkilerinin yerine daha sağlıklı, destekleyici arkadaşlıklar kurmaya çalışın. İnsanlarla benzer ilgi alanlarına sahip olduğunuz gruplara katılın veya hobilerinizi paylaşabileceğiniz arkadaşlar edinin.
  5. Kendinizi geliştirme ve özsaygınızı artırma yollarını araştırın. Kendinizi daha iyi tanıdıkça, sağlıklı arkadaşlık ilişkilerini daha iyi seçebilir ve sizi kötü etkileyen ilişkilere daha az ihtiyaç duyarsınız.
  6. Arkadaşlarınızla geçirdiğiniz zamanı, diğer önemli işlerle dengelemeye çalışın. Bir zaman çizelgesi oluşturarak, iş, aile, kişisel bakım ve arkadaşlık gibi farklı alanlara dengeli zaman ayırın.
  7. Kendinize iyi bakmak, duygusal dayanıklılığınızı artırabilir. Sağlıklı bir yaşam tarzı benimseyin, düzenli egzersiz yapın, dengeli beslenin ve yeterince uyuyun.
  8. Kendinizi eleştirmek yerine kendinizi kabul edin. Herkes hatalar yapabilir ve olumsuz ilişkilere düşebilir. Önemli olan, bu deneyimlerden öğrenmek ve kendinizi geliştirmektir.
  9. Aile üyeleri, diğer arkadaşlar veya topluluk destek grupları gibi destek ağlarından faydalanın. Sizi destekleyen insanlarla vakit geçirmek, olumsuz arkadaşlık ilişkilerinin oluşturduğu stresi azaltabilir.

Herkesin yaşamı boyunca olumsuz arkadaşlık ilişkileriyle karşılaşabileceğini unutmayın. Bu deneyimlerden öğrenmek ve kendinizi güçlendirmek önemlidir. Eğer bu ilişkiler sizin için gerçek bir sıkıntı haline gelirse, profesyonel yardım almak her zaman iyi bir seçenek olabilir.











Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

YAS

Yaşamın kaçınılmaz bir gerçeği olan ölüm ve kayıp, bireylerin duygusal dünyasında derin izler bırakır. Yas, duygusal, zihinsel ve fiziksel düzeylerde karmaşık bir süreçtir ve bireyden bireye farklılık gösterebilir. Her birimizin yas süreci biriciktir. Yasın doğası hakkında bilgi sahibi olmak, duygularımızı somutlaştırmada ve beden duyumlarımızı anlamakta bize kolaylık sağlayabilir.

Yasın Aşamaları

Yas süreci aşamaları, belirli bir sırayla yaşanmaz ve bireyden bireye değişebilir.

İnkâr: İlk aşamada kişi, kaybı kabul etmekte zorlanabilir ve inkâr edebilir. Bu, zihinsel bir savunma mekanizmasıdır ve kişinin gerçekle yüzleşmesini engeller.

Öfke: İkinci aşamada kişi, kayıp nedeniyle öfke duyabilir. Bu öfke, sıklıkla hedefe veya yaşanan olaya yönlendirilir.

Pazarlık: Üçüncü aşamada birey, kaybı geri getirebilmek için pazarlık yapabilir. Bu pazarlık genellikle içsel bir çabayı ifade eder.

Depresyon: Dördüncü aşamada kişi, gerçekliği daha fazla kabullenmeye başlayarak depresyona girebilir. Kaybın etkisiyle üzüntü, umutsuzluk ve çaresizlik hissedebilir.

Kabul: Son aşama, kaybı kabul etme aşamasıdır. Bu aşamada kişi, gerçekliği daha net bir şekilde görebilir ve uyum sağlamaya başlar.

Uzamış Yas: İyileşmeyi Geciktiren Süreç

Yas süreci genellikle birkaç ay ila birkaç yıl arasında değişebilir. Ancak, bazı durumlarda yas süreci “uzamış yas” olarak adlandırılan bir duruma dönüşebilir. Uzamış yas, normal yas sürecinin beklenenden daha uzun sürdüğü durumu ifade eder.

Uzamış yasın nedenleri çeşitlilik gösterebilir. Bu durum, kişinin kaybı kabullenememesi, duygusal desteğin yetersiz olması, travmanın etkisi veya kişinin daha önce yaşadığı kayıplarla ilişkilendirilebilir. Uzamış yas, kişinin günlük işlevselliğini etkileyebilir ve profesyonel yardım gerektirebilir.

Bir Arada İyileşme

Bir felaket veya kayıp, sadece bireysel değil aynı zamanda toplumsal bir yas sürecini de tetikleyebilir. Toplumsal yas, bir topluluk veya toplumun geniş bir kesiminin bir olayın etkisi altında duygusal tepkiler gösterdiği bir süreçtir.

Toplumsal yas, dayanışmayı artırabilir. İnsanlar, bir araya gelerek destek sağlama ve duygusal yükleri paylaşma fırsatı bulabilirler. Toplumsal yas, aynı zamanda felaket sonrası toparlanma sürecine de katkıda bulunabilir.

Toplumsal Travmalarda Sosyal Medya kullanımı
hakkında okumak için tıklayınız

Geleceğe Bakış

Yas süreci zorlu ve karmaşık olsa da, zamanla acının dışında büyümek mümkündür. Uzamış yas durumunda, profesyonel yardım ve destek önemlidir. Terapi veya destek grupları gibi kaynaklar, bireyin yolculuğunu desteklemekte yardımcı olabilir.

Unutulmamalıdır ki, her bireyin yas süreci farklıdır ve kendi zamanlamasına ihtiyaç duyar. Duygusal tepkilerin ifade edilmesi ve destek aranması, iyileşme sürecini hızlandırabilir.











Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

SANAL ARKADAŞLIKLAR

Bu yazımda son zamanlarda klinik pratiğimde ve okullarda gözlemlediğim bir konuya odaklanmak istiyorum. Özellikle ergenler arasında, yüz yüze buluşmak yerine online platformları tercih etme eğilimi giderek artıyor. Bu değişimin nedenlerini, sanal arkadaşlıkların artılarını ve eksilerini, aynı zamanda beraberinde getirdiği tehlikeleri birlikte inceleyelim isterim.

Ergenlerin yüz yüze buluşma yerine online’ı tercih etmelerinin birkaç nedeni olabilir. Birincisi, teknolojinin hızla gelişmesi ve internetin yaygınlaşmasıyla birlikte sanal ortam hem kolay erişilebilir hem de kullanımı kolay bir hale geldi. Artık hemen hemen herkesin bir akıllı telefon veya bilgisayara erişimi var ve bu da online dünyayı daha çekici hale getiriyor.

İkincisi, online platformlar, sosyal etkileşimleri kontrol etme ve filtreleme olanağı sunar. Sanal ortamda, kendilerini daha rahat ifade edebilirler ve sosyal çekingenlikleri veya özgüven eksiklikleri olan bireyler için daha güvenli bir alan oluşmuş gibi hissettirebilir. Ayrıca, internet üzerinden gerçekleşen iletişim, zaman ve mekan sınırlamalarını ortadan kaldırarak, daha fazla esneklik sağlar.

Sanal arkadaşlıkların artılarından biri, çeşitlilik ve farklı kültürlerle tanışma imkanıdır. Online platformlar, farklı bölgelerden insanlarla iletişim kurma ve onların yaşam tarzlarını, düşüncelerini ve deneyimlerini öğrenme fırsatı sunar. Bu, ergenlerin dünya görüşlerini genişletirken empati yeteneklerini geliştirebilir.

Bununla birlikte, sanal arkadaşlıkların bazı eksileri ve tehlikeleri de var.

Birinci eksiklik, yüz yüze etkileşimlerin yerini tutamaması. “Medya Zenginliği Teorisi”ne göre, çevrimiçi etkileşimler arttıkça yüz yüze iletişimleri azalabilir. Gerçek dünyada, göz teması, beden dili ve ses tonu gibi iletişim unsurları sanal ortamda kaybolur ve iletişim karmaşıklaşır.

İkinci eksiklik, sanal arkadaşlıkların yalnızlık hissini artırabilmesidir. “Sosyal İzolasyon Teorisi”, sanal arkadaşlıkların ergenlerin sosyal bağlantılarını zayıflatabileceğini ve yalnızlık hissini artırabileceğini öne sürmektedir. Sanal ortamda, insanlar kendilerini daha izole hissedebilirler ve gerçek bağlantılar yerine yüzeysel ilişkilere yönelebilirler. Bu durum, ergenlerin sosyal becerilerini geliştirmesini engelleyerek sosyal destek ağlarının zayıflamasına neden olmaktadır.

İnternet üzerindeki tanışma platformları, kişisel bilgilerin kötüye kullanılma riskini beraberinde getirebilmekte. Ergenler, online ortamda tanıştıkları kişilerin gerçek kimliklerini doğrulamakta zorlanabilir ve yanlış bilgilendirme veya dolandırıcılık gibi risklerle karşılaşabilir. Bu nedenle 18 yaş altı bireylerin aileleri ile iletişimde kalmaları sağlanmalı ve alan tanınmalıdır.

Pandemi sürecinde ise online eğitim ve üniversite arkadaşlıklarının sanal ortamda başlamasıyla birlikte tüm bu konuştuklarımızın etkilerini daha da belirgin gözlemlemeye başladık. Öğrenciler, yüz yüze etkileşim yerine ekranlar aracılığıyla iletişim kurma zorunluluğuyla karşılaştılar. Bu durum, bazı öğrencilerin sosyal izolasyon ve motivasyon eksikliği gibi sorunlarla mücadele etmelerine neden oldu.

Ergenlerin sanal arkadaşlıkları sağlıklı bir şekilde yönetmeleri için ebeveynler, eğitimciler ve toplum kuruluşları birlikte çalışmalıdır. Bilinçlendirme eğitimleri düzenlemek, sosyal becerilerin geliştirilmesini desteklemek, sınırlar belirlemek, örnek olmak ve destek ağlarını güçlendirmek önemlidir. Bu adımlar, ergenlerin sanal ortamda sağlıklı ve güvenli ilişkiler kurmalarına yardımcı olurken, gerçek dünyadaki bağlantılarını da güçlendirmelerine destek olur.

Unutmayalım ki, teknoloji günlük yaşamımızın ayrılmaz bir parçasıdır, ancak gerçek bağlantılar ve yüz yüze iletişim de insan sağlığı ve mental refahı için hayati öneme sahiptir. Sağlıklı ve dengeli bir şekilde sanal dünya ile gerçek dünya arasında köprüler kurarak, sosyal ve duygusal gelişime katkıda bulunabiliriz.











Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

HAYATIN ALTÜST OLMASI

Hayatın iniş çıkışları, zaman zaman hepimizi endişelendiren bir konu olabilmekte. Belirsizlikler, kontrolsüzlük hissi ve beklenmedik olaylar karşısında duyulan korku, hayatımızın birçok alanında bizimle. Bu iniş ve çıkışlarla dolu yolculukta, hayatın altının üstünden daha iyi olmadığı ne malum? Belki de altüst olan hayat, bizi yeni başlangıçlarla tanıştırır, içimizdeki gücü keşfetmemizi sağlar ve gelişimimiz için fırsatlar sunar.

Korkunun Altında Yatan Psikolojik Mekanizmalar
Hayatın belirsizlikleri ve değişimlerle dolu olması, insan zihninde korkunun temelini oluşturur. Bu durum, beynimizin tehlikeleri algılayan bir bölümü olan amigdala ile yakından ilişkilidir. Amigdala, evrimsel süreçte hayatta kalma şansımızı artırmak için tehlikeleri tanımamızı ve onlardan kaçınmamızı sağlayan bir beyin kısmıdır.

Ancak amigdala bazen modern dünyada tehlikeli olmayan durumları bile tehdit olarak algılayabilir ve gereğinden fazla tepki gösterebilir. Örneğin, belirsiz bir gelecek, iş kaybı veya ilişki sorunları gibi durumlar amigdalanın tetiklenmesine ve altüst olma korkusuna neden olabilir. İşte bu noktada, başa çıkma mekanizmalarımız ve zihnimizin esnek olması önem kazanır.

Dirençli ve Değişime Uyumlu
Psikolojik dayanıklılık (resilience), stresle başa çıkma yeteneği ve değişime uyum sağlama kapasitesidir. Bu konuda yapılan araştırmalar, esnek insanların hayatın zorluklarıyla daha iyi başa çıktığını ve stresi daha az hissettiğini göstermiştir.

Psikologlar, insanların hayatlarındaki olumsuz olaylar karşısında nasıl daha esnek ve dirençli olabileceklerine odaklanmışlardır. Pozitif psikoloji, kişisel güçlü yanları ve anlam odaklı yaşamı vurgulayarak, olumsuzluklarla baş etme becerilerini güçlendirmeye çalışır. Böylece, hayatın altüst olmasından korkan bireyler, içsel kaynaklarına yönelerek bu zorluklarla daha iyi başa çıkabilirler.

Kendi Yolculuğundasın
Hayatın inişli çıkışlı yollarında ilerlerken, her birimizin kendi yolculuğunu yaşadığını unutmamak önemli. Herkesin hayatında farklı deneyimler, hedefler ve sınavlar vardır. Bir başkasının hayatına özenmek veya onunla kıyaslamak, kendi mutluluğumuzu gölgeleyebilir. Bu tür kıyaslamaların öz saygıyı azaltabileceğini ve hayatın altüst olmasından daha çok korkmamıza neden olabileceğini seanslarımda da gözlemlemekteyim.

Unutmayın ki hayatın altüst olması, aslında büyüme ve dönüşüm için bir fırsattır. İçinde bulunduğunuz durumu kabul ederek, güçlü yönlerinizi kullanarak ve dirençli/esnek bir ruhla yola devam ederek, hayatın iniş çıkışlarını daha iyi yönetebilirsiniz.

Kendi içsel kaynaklarınızı keşfetmek ve değişime uyum sağlamak için kendi terapi yolculuğunuza bir adım atmaya hazırsanız başlayabiliriz’.











Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

ÜÇ YAPRAKLI YONCA ŞANSI

İnanışların Psikolojik Boyutu: Soyutluk, Değişkenlik, Gerçeklik Algısı ve Kehanetler

İnsanlar her zaman şans faktörünün hayatlarında önemli bir rol oynadığına inanmışlardır. Şans kavramı, umut, olumlu düşünceler ve beklentiler ile ilişkilendirilir. Bu bağlamda, dört yapraklı yoncanın şans getirdiğine olan inanç yaygın bir folklorik örnektir. Bu yazıda, şans kavramının tanımı üzerine odaklanarak, dört yapraklı yoncanın neden şans getirdiğine inanıldığına dair teorileri ve bu tarz inanışların insan psikolojisini nasıl etkilediğini birlikte inceleyelim.

Şans, olumlu bir sonuç elde etme olasılığının rastgele faktörlere bağlı olduğu bir kavramdır. Şansın temelinde belirsizlik ve tesadüf yatar. İnsanlar, şansa bağlı sonuçlara dair umut ve olumlu beklentilerle motive olabilirler. Şans, bir olayın veya durumun gelişmesindeki tesadüfi faktörlerden kaynaklanan beklenmedik başarı veya fırsatları ifade eder.

Dört yapraklı yoncanın nadir bulunan bir bitki olduğu bilinir. İnsanlar, nadir ve özel olan şeylerin şans getirdiğine inanma eğilimindedir. Bu nedenle, dört yapraklı yonca eşsizliği ve nadirliği nedeniyle şans sembolü olarak kabul edilir. İnandıkları şeylerin gerçekleşme olasılığını artırdığına inanırlar. Dört yapraklı yonca, yıllar boyunca şans sembolü olarak kabul edilmesiyle insanların zihinlerinde güçlü bir inanç sistemine sahip olmuştur. İnançlar, bizlerin motivasyonunu ve davranışlarını etkileyebilir.

Şansa olan inanç, bireylerin özgüvenlerini de yükseltebilir, şans faktörünün var olduğuna inanarak daha iyimser ve olumlu bir bakış açısı geliştirebilirler. Bu da insanların hem zorluklarla başa çıkmaya daha istekli olmalarını hem de hedeflerine ulaşma konusunda daha fazla çaba sarf etmelerini sağlayabilir.

Stres düzeyimizi azaltabilir ve belirsizlikle karşılaştığımızda şansa güvenerek daha az endişelenme eğiliminde olmamıza yarar. Şans sembollerine odaklanmak sizi de olumsuz duygulardan uzaklaştırarak stresle daha iyi başa çıkmanızı sağlar mı?

Unutmayalım ki, şansın gerçekliği bilimsel olarak kanıtlanmamış bir konudur, bireylerin inanç sistemleri ve kültürel arka planlarına bağlıdır. Herkesin şansa olan inancı farklı olabilir ve her zaman pozitif sonuçlar getireceği garantisi yoktur. Ancak, şansa olan inanç, insanların ruh halini, davranışlarını ve yaşam deneyimlerini etkileyebilecek güçlü bir psikolojik faktördür.

İnanışlar, soyut kavramlar olarak kabul edilir çünkü somut bir gerçekliği doğrudan temsil etmezler. Psikoloji literatüründe, soyut düşünme ve soyut kavramlarla ilişkili olarak bilişsel süreçler üzerine birçok araştırma yapılmıştır. Örneğin, Bargh ve Chartrand’ın (2000) yaptığı bir çalışmada, insanların bilinçaltında aktive olan soyut kavramların (örneğin “yaşlılık” veya “naziklik”) davranışları üzerinde etkili olabileceğini göstermiştir.

İnanışlar zaman içinde değişebilir, bu değişkenlik bilişsel esneklik kavramıyla ilişkilendirilir. Bilişsel esneklik, bireylerin yeni bilgilere dayanarak düşüncelerini değiştirebilme ve esnek davranabilme yeteneğidir. Araştırmalar, insanların yeni deneyimler yaşadıkça inançlarını güncellediğini ve değiştirdiğini göstermektedir (Plous, 1993)

İnsanlar bazen inançlarını gerçeklikle karıştırabilir ve kesin gerçeklik olarak algılayabilirler. Psikolojide, bu fenomen “gerçeklik algısı” veya “inancın gerçeklik sanılması” olarak bilinir. Araştırmalar, insanların zihinsel modellerini gerçek dünyadaki olaylarla uyumlu hale getirmek için çaba gösterdiklerini ve inançlarını kesin gerçek olarak algılayabileceklerini göstermektedir (Johnson-Laird, 1983).

İnanışlar, bazen insanların bedensel deneyimleriyle ilişkilendirilebilir ve fiziksel beden duyumlarına dönüşebilir. Bu durum, somatoform belirti bozuklukları ve nocebo etkisi gibi fenomenlerle ilgili araştırmalarda incelenmiştir. Örneğin, kişi negatif bir inanışa sahip olduğunda vücutta fiziksel semptomlar (örneğin, baş ağrısı veya mide bulantısı) ortaya çıkabilir (Barsky, 2014).

Peki ya gerçekleşen kehanetler? Genellikle doğrulama yanlılığı (confirmation bias) ve selektif hatırlama gibi bilişsel önyargılarla ilişkilendirilir. İnsanlar, kehanetlerin gerçekleştiğini düşündükleri durumları hatırlamaya daha yatkındır ve gerçekleşmeyen kehanetleri kolayca unutabilirler (Nickerson, 1998).

İnanışların soyutluğu, değişkenliği, gerçeklik algısı ve beden duyumuna dönüşmesi gibi konular inanç sistemlerimizi ve bu inançların psikolojik etkilerini anlamak için önemli bir temel oluşturmaktadır. İnançların gerçekliği tamamen bilimsel olarak kanıtlanmış olmasa da, insanların bilişsel süreçlerini, davranışlarını ve algılarını etkileyebilecek güçlü bir etkiye sahip olduklarını gösteren bulguları sizinle paylaşmak istedim. Düşünce ve yorumlarınızı dilediğiniz zaman benimle paylaşmanızdan memnuniyet duyarım.











Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan