‘SAÇLARIM DÖKÜLÜYOR’

Saç dökülmesi bazen tıbbi bir tedavinin sonucu bazen ise erkeklerde yaşla birlikte gelen bir problem…
Çok sık duyuyorum ki görünümünüzü etkilediği için özsaygınızı ve günlük işlevselliğinizi etkileyebiliyor.

Neden dökülüyor olabilir?

  • Androgenetik alopesi (erkek/ kadın tipi saç dökülmesi): Genetik, hormonel (dihidrotestosteron gibi) etkenler ve yaşa bağlı değişiklikler. Sosyal olarak en sık görülen tiplerden biridir. (PMC)
  • Telogen effluvium (TE): Fiziksel veya duygusal stres, ateşleyici hastalık, doğum, cerrahi, ani kilo kaybı, bazı ilaçlar sonucu çok sayıda saçın aynı anda dinlenme (telogen) fazına geçmesiyle ortaya çıkar. Tipik olarak stres ediminden 2–4 ay sonra artan dökülme görülür. (PMC)
  • Alopecia areata: Bağışıklık sistemine bağlı, yuvarlak kellik bölgesi şeklinde dökülmeler; psikolojik yükü yüksek olabilir. (PMC)
  • Diğer nedenler: traksiyon (sıkı örme/ saç çekme), beslenme eksiklikleri (demir, B12, çinko), tiroid hastalıkları, bazı ilaçlar ve trikotillomani (saç yolma davranışı — daha çok psikiyatrik/psikolojik müdahale gerektirir).

Saç dökülmesi psikolojik olarak etkiler!

  • Benlik-imajı ve özgüven: Saç birçok kültürde kimliğin parçasıdır; kaybı benlik değerinde azalma, utanç ve sosyal çekilme ile ilişkilendirilebilir. Androgenetik alopesinin yaşam kalitesi üzerinde olumsuz etkileri literatürde de raporlanmıştır. (PMC)
  • Kaygı ve depresyon: Özellikle alopecia areata ve yaygın saç dökülmelerinde kaygı/depresyon prevalansı artar; meta-analizler ve derlemeler anksiyete-depresyon oranlarında yükselme olduğunu gösteriyor. (Frontiers)
  • Sosyal geri çekilme ve işlevsellik kaybı: Görünüm kaygısı nedeniyle sosyal etkinliklerden kaçınma, iş/ilişki sorunları ve medyada kendini daha az gösterme eğilimi görülebiliyor. (PMC)
  • Kısır döngü — stres → dökülme → daha çok stres: Stres hormonları ve saç büyüme döngüsü etkileşimi nedeniyle psikolojik sıkıntı hem tetikleyici hem sonuç olabilir; bu da kişinin kaygısını artırır. (JDDonline)

Biyolojik mekanizmalar

  • Saç büyüme döngüsü (anagen = büyüme, katagen = ara, telogen = dinlenme). Çok sayıda saçın anagen fazından telogen fazına geçmesi sonucu dökülme artar (telogen effluvium). (PMC)
  • Hormonlar ve inflamasyon: Androgenler (DHT) folikül duyarlılığını değiştirir; otoimmün süreçler alopecia areatada foliküllere saldırır. Kronik stresin yol açtığı hormonal değişiklikler (kortizol vb.) ve immün yanıt değişimleri saç foliküllerini etkileyebilir. (JDDonline)

Klinik değerlendirme: seanslarda neye dikkat ediyorum?

  • Başvuruda öykünüzü anlamaya çalışırım (ne zaman başladı, hız, tetikleyici yaşam olayları, aile öyküsü, kullanılan ilaçlar, diyet, doğum/ameliyat geçmişi).
  • Saç dökülmesinin sizdeki psikolojik etkisini anlamaya çalışırım: kaygı, depresyon, özgüven, beden memnuniyeti, işlevsellik, sosyal kaçınma.
  • Trikotillomani (saç yolma) düşünülürse; dürtü kontrolü, tetikleyiciler ve davranış değerlendirilir.
  • İşbirliğine başvurabilirim
    Sıklıkla dermatoloji/çeşitli tıbbi test (tiroid, demir/ferritin, B12, folat) yönlendirmesi yapmaktayım; böylece tıbbi nedenler ekarte edilir veya tedaviye alınır.

Psikoterapi

  • Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT/CBT): Görünümle ilgili olumsuz otomatik düşünceler, kaçınma davranışları ve güveni sarsan inançlar üzerinde çalışılır. Davranışsal deneyler, bilişsel yeniden yapılandırma, maruz kalma (sosyal kaygıda) ve beden imajı odaklı müdahaleler sık kullanılır. Sistematik derlemeler psikoterapinin yaşam kalitesini ve bazı semptomları iyileştirdiğini gösteriyor. (PMC)
  • Acceptance and Commitment Therapy (ACT) ve kabul temelli yaklaşımlar: Kontrol edilemeyen durumlarla (ör. saç dökülmesi) yaşarken değerlerle uyumlu eylemler sürdürmeyi ve acı ile birlikte yaşamayı öğretir. Özellikle kronik görünüm kaygısı ve devam eden belirsizlik durumlarında faydalı olabilir. Bazı kontrollü çalışmalar ve klinik raporlar destek verir. (ScienceDirect)
  • Eğer anksiyete veya depresyon eşlik ediyorsa, standart CBT, davranışsal aktivasyon, gerektiğinde psikiyatri ile işbirliği (ilaç gibi) değerlendirilir. Dermatolojik ve psikiyatrik eşgüdüm çoğu durumda önerilir. (PMC)

Okuyucuya öneriler — bireysel düzeyde ne yapabilirsiniz?

  • Doktora/dermatologa görünün; temel kan testleri ve doğru tanı için. Tıbbi nedenler ekarte edilmeden yalnızca psikolojik açıklama yapmak yanıltıcı olabilir.

    Ani ve yaygın dökülme, kaş/kirpik kaybı, deri lezyonları, ateş, genel hastalık bulguları varsa acilen tıbbi değerlendirme gerekir. Şiddetli depresyon, intihar düşünceleri, işlevsellikte belirgin düşüş varsa psikiyatri düşünülmelidir.
  • Kaygınız artıyorsa bir klinik psikologdan randevu alın — özellikle günlük işlevinizi etkiliyorsa (iş, ilişki, sosyal yaşantı).
  • Günlük uygulamalar: düzenli uyku, hafif-moderat egzersiz, nefes/gevşeme egzersizleri; görünümle ilgili otomatik olumsuz düşünceler yazılıp sorgulansın (CBT tekniği).
  • Geçici çözümler: Peruk, eşarp, şapka, saç kesimi/renk değişikliği özgüveni kısa sürede yükseltebilir. Ancak kalıcı ve sağlıklı sonuç alamayız.

Gerçekçi Beklentiler

Saç dökülmesi türüne göre prognoz değişir: Telogen effluvium genellikle geriye dönüşümlüdür; androgenetik alopesi kronik ve ilerleyici olabilir ama dermatolojik tedavilerle seyir yavaşlatılabilir; alopecia areata değişken bir seyir gösterir (bazı vakalar spontan remisyon gösterir, bazıları kronikleşebilir). Psikolojik müdahaleler, saçın yeniden çıkıp çıkmamasından bağımsız olarak yaşam kalitesini ve işlevselliği anlamlı şekilde iyileştirebilir. Bu yüzden hem tıbbi hem psikolojik açıdan eşgüdümlü yaklaşım en etkili yoldur. (PMC)


Kaynaklar

  • Asghar F, et al. Telogen Effluvium: A Review of the Literature. (2020). (PMC)
  • Aukerman EL, et al. The psychological consequences of androgenetic alopecia: a systematic review. (2022/2023). (PMC)
  • Marahatta S, et al. Psychological Impact of Alopecia Areata. (2020). (PMC)
  • Maloh J, et al. Systematic review of psychological interventions for hair loss. (2023). (PMC)












Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

BİZDEN Mİ?

“Bizden Misin?”
Aidiyet, Dışlanma ve Türkiye’nin Gündeminden Yansımalar

Son günlerde Türkiye’nin gündeminde sıkça yer alan “Bizden misin?” sorusu, göründüğünden çok daha derin psikolojik ve sosyolojik katmanlara sahip. Bu soru, bir yandan aidiyet ihtiyacını yansıtırken, diğer yandan “öteki” kavramını besleyerek toplumsal bölünmeleri derinleştirebiliyor.

Aidiyet İhtiyacı: İnsanın Temel Psikolojik Dürtüsü

İnsan, doğası gereği bir gruba ait olma ihtiyacı duyar. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde de belirtildiği gibi, aidiyet hissi, güvenlik ve sevgi ihtiyacının ardından gelen temel bir motivasyon kaynağıdır.

  • “Bizden misin?” sorusu, kişinin “güvenilir bir üye” olup olmadığını sorgular.
  • Kabul görme arzusu, bireyi grubun normlarına uymaya iter.
  • Reddedilme korkusu, anksiyete ve sosyal izolasyona yol açabilir.

Türkiye gibi kolektivist kültürlerde aidiyet duygusu daha baskındır. Bu nedenle, “biz” ve “onlar” ayrımı daha keskin yaşanır.


Ötekileştirme ve Dışlanma Psikolojisi

“Bizden değilsen, ötekisin” algısı, toplumsal kutuplaşmayı besler. Psikolojide bu durum, “Sosyal Kimlik Teorisi” (Tajfel & Turner) ile açıklanır:

  • İnsanlar, kendilerini bir gruba ait hissederek benlik saygılarını artırır.
  • Diğer grupları küçümseyerek kendi grubunu yüceltme eğilimi vardır.
  • Dışlanan bireyler, depresyon, öfke veya aşırı uyum çabası gösterebilir.

Türkiye’de siyasi, etnik veya dini aidiyetler üzerinden sıkça sorulan bu soru, “öteki” olarak etiketlenen kesimlerde psikolojik yıpranmaya yol açıyor.


Sosyal Medya ve “Bizden Misin?” Sorgulamasının Yaygınlaşması

Sosyal medya, bu tür aidiyet sorgulamalarını daha görünür kılıyor:

  • Eko odaları (filter bubbles), insanları sadece kendi gruplarıyla etkileşime sokarak kutuplaşmayı artırıyor.
  • Linç kültürü, “bizden olmayanı” cezalandırma eğilimini tetikliyor.
  • Takipçi/beğeni baskısı, kişileri “kabul görmek için” yapay kimlikler oluşturmaya itebiliyor.

“Bizden Misin?” Sorusuna Verilen Tepkiler ve Psikolojik Sonuçlar

  • Kabul Edilenler: Güven ve onay hisseder, grup normlarına daha sıkı bağlanır.
  • Reddedilenler: Yalnızlık, öfke veya kendini kanıtlama çabasına girer.
  • İkilemde Kalanlar: Kimlik karmaşası (identity confusion) yaşayabilir.

“Biz” Kimiz?

“Bizden misin?” sorusu, aslında “biz”in kim olduğunu da sorgulatıyor. Türkiye gibi çok kimlikli toplumlarda, bu sorunun yanıtı ötekileştirmeden, kucaklayıcı bir dilde aranmalı.

Unutmamak gerekir ki, gerçek aidiyet, kişinin kendisi olarak kabul edilmesiyle mümkündür.

“Bölünmüş bir toplum değil, çeşitliliğiyle güçlenen bir ‘biz’ yaratabiliriz.”








Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

HATIRLATICI : KENDİNE ZAMAN AYIR

GÜN İÇİNDE KENDİMİZE KÜÇÜK MOLALAR VERMEK

Yoğun iş temposu, akademik sorumluluklar, aile içi görevler ya da günlük hayatın hızla akıp giden düzeni… Tüm bu koşuşturmacanın içinde çoğu zaman durup kendimize kısa bir zaman ayırmayı ihmal ediyoruz. Oysa bilimsel araştırmalar, gün içinde verilen küçük molaların hem zihinsel hem de bedensel sağlık üzerinde düşündüğümüzden çok daha büyük etkiler yarattığını gösteriyor.

Molaların Beyin Üzerindeki Etkisi

Nörobilim çalışmalarına göre insan beyninin sürekli odaklanma kapasitesi sınırlıdır. Ortalama 45–90 dakikalık yoğun bir odaklanma süresinden sonra dikkat azalır ve hata oranı artar. Bu noktada verilen 5–10 dakikalık kısa molalar, beynin “varsayılan ağ modu” (default mode network) olarak bilinen dinlenme sistemini devreye sokar. Bu sistem aktif hale geldiğinde öğrenilen bilgilerin pekiştiği, yaratıcılığın arttığı ve problem çözme becerilerinin güçlendiği görülür.

Görev Temelli Verimlilik
Bir deneyde 5 dakikalık molaların her 20 dakikalık çalışmadan sonra programlandığı bir düzen oturtuldu. Bu düzenli molaları kullanmayanlara kıyasla katılımcıların %75’i daha fazla iş bitirdi (PubMed).

Doğayla Temasın Gücü
“Green micro-break” yaklaşımıyla, katılımcılar 40 saniye boyunca çiçekli bir çatı (green roof) manzarasına bakarken, beton çatı görenlere göre daha az dikkatsizlik yaşadı, daha istikrarlı tepki gösterdi. Bu da kısa süreli doğa temalarının bile zihinsel kontrolü artırabileceğini gösteriyor (The Conversation).

Stres ve Kaygı Üzerine Etkisi

Küçük molalar yalnızca zihinsel verimlilik için değil, aynı zamanda stres düzenleme mekanizmaları için de kritiktir. Kısa bir yürüyüş, derin nefes egzersizi ya da gözleri kapatarak yapılan birkaç dakikalık dinlenme, kortizol (stres hormonu) seviyelerinde düşüşe yol açabilir. Amerikan Psikoloji Derneği’nin (APA) raporlarına göre, gün içinde düzenli aralıklarla kısa mola veren kişilerin kaygı seviyeleri, mola vermeyenlere kıyasla daha düşüktür.

Akşam Molası ve Doğada Zaman: 20–30 dakikalık doğa yürüyüşlerinin kortizol düzeylerini %21,3 oranında düşürdüğü bulunmuştur—bu, stres yönetiminde doğanın gücünü vurguluyor (Daily Telegraph).

Progresif Kas Gevşetme (PMR): Aralıklı pranlama molaları ve PMR (kas gevşetme) teknikleri, benzer sürelerde sadece dinlenmeye kıyasla daha fazla rahatlama ve kortizol düşüşü sağladı (ScienceDirect).

Molaların Fizyolojik Yararları

Sürekli oturmak, kas-iskelet sistemi üzerinde yıpratıcı etkilere sahiptir. Kısa aralar verip hareket etmek; dolaşım sistemini canlandırır, kas gerginliğini azaltır ve uzun vadede kronik ağrı riskini düşürür. Harvard Tıp Okulu’ndan yapılan araştırmalar, gün boyunca verilen kısa hareket molalarının kalp-damar sağlığı üzerinde koruyucu etkisi olduğunu ortaya koymuştur.

Küçük fiziksel aktivitelerin (örneğin yürüyüş, esneme) dolaşımı canlandırdığı, kas gerginliğini azalttığı ve kronik ağrı riskini düşürdüğü düşünülüyor (zengin literatürde destekleniyor) (HealthSAGE Journals).


Molaların, Kendini “Yenileme” Üzerine Etkisi

Romanya’daki West University of Timișoara’daki araştırmacılar, 22 farklı çalışmayı kapsayan meta-analizlerinde, toplamda 2.335 katılımcıyla yürütülen çalışmaları incelediler. Bulgular, 10 dakikayı geçmeyen “micro-break”lerin (mikro molaların) tükenmişlik hissini azaltıp canlılık ve enerji (“vigour”) hissini anlamlı şekilde artırdığını gösterdi. Ancak performans üzerindeki etkiler, görev türüne bağlı olarak değişkenlik gösteriyordu: mesleki işlerde (clerical tasks) etkili olurken, zihinsel becerilerde anlamlı etki daha azdı. (HealthThe GuardianSAGE JournalsPubMed).

Günlük Hayatta Uygulanabilir Küçük Molalar

Bilimsel kanıtların ışığında, gün içine küçük molaları dahil etmek oldukça basittir:

  • 2 dakikalık derin nefes egzersizi: Burundan derin nefes alıp yavaşça vermek, sinir sistemini sakinleştirir.
  • Mini yürüyüş: Evin içinde ya da iş yerinde kısa bir tur atmak bile dolaşımı canlandırır.
  • Duyusal mola: Bir fincan çayı yavaşça içmek, kokusuna ve tadına odaklanmak.
  • Mikro meditasyon: Gözleri kapatıp bedende neler hissedildiğine dikkat etmek.

Bu uygulamaların her biri, zihni toparlama ve bedeni dengeleme işlevi görür.

Molaları Kültür Haline Getirmek

Kendimize mola vermek, lüks ya da erteleme değil; psikolojik dayanıklılığın temel taşlarından biridir. Molaları hayatımıza dahil etmek, yalnızca verimliliğimizi değil, yaşam doyumumuzu da artırır. Tıpkı beslenme ve uyku gibi, mola da sağlıklı yaşamın bir parçası olarak düşünülmelidir.

Kısacık bir mola, günümüzün akışını değiştirebilir. Zihnimizi tazeler, bedenimizi rahatlatır, duygularımızı dengeler. Bu yüzden gün içinde kendinize küçük molalar vermeyi bir alışkanlık haline getirmek, uzun vadede hem ruhsal hem de bedensel sağlığınızı korumanın en basit ama en etkili yollarından biridir.


Önerebileceğim bir uygulama planı

  1. Görev aralarında 5 dakikalık molalar: Derin nefes, hareket ya da sessizlik.
  2. Doğa teması katın: Mümkünse kısa yürüyüş; değilse pencere manzarası.
  3. Kas gevşetme ya da nefes egzersizi ekleyin: Özellikle öğle molasında.
  4. Rutin oluşturun: Pomodoro bir yöntemi kullanmak işe yarayabilir (örneğin 25–5).
  5. Kendi deneyiminizi not edin: Hangi molada daha iyi hissettiğinizi gözlemleyin. (dilerseniz benimle de paylaşabilirsiniz)

Bu yazımı okurken durmak korkutucu geldi mi?
Hep koşturmaca içindeyken, durduğumuzda huzur değil de huzursuzluk hissettiğimiz anlar vardır. Sessizliğin içinde kaybolmak, boşlukla karşılaşmak ya da kendimizi “yetersiz” hissetmek…
Başka bir yazıda, bu duygunun arka planını ve onunla nasıl baş edebileceğimizi birlikte inceleyeceğiz.

Görüşmek dileğiyle 🌿





Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

ZAMANLA OLAN İLİŞKİNİZ NASIL?

Klinik psikolog perspektifinden insan ilişkileri ve zaman üzerine bir içsel yolculuk

Zaman soyut bir kavram gibi görünse de ruhsal sağlığımızın somut bir belirleyicisidir. Terapi odasında en çok konuşulan konuların başında “geçmiş zamanın yükü”, “geleceğe dair kaygı” ve “bugünü kaçırma korkusu” gelir.

Peki siz zamanla nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?

Zamanı kiminle ve nasıl geçirdiğiniz, psikolojik iyi oluşunuzu, yaşam doyumunuzu ve ilişkisel sağlığınızı doğrudan etkiler.

Elbette, bilimsel literatürde “hangi yaşta kimle ne kadar zaman geçirdiğimiz” konusu üzerine dayalı bulguları sizin için toparladım. İşte farklı yaş gruplarında zaman kullanımının nasıl dağıldığına dair deneysel analizler:


Yaşa Göre Kimlerle Ne Kadar Zaman Geçiriyoruz?

Gençlik ve Ergenlik (örneğin, 15 yaş)

  • Ergenler, zamanlarının büyük bir bölümünü arkadaşlarla geçiriyor.
  • Visual Capitalist’in verilerine göre 15 yaşındakiler günde ortalama 267 dakika aile ile, 193 dakika yalnız109 dakika arkadaşlarla geçiriyorlar. (Visual Capitalist)
  • Ayrıca ergenlik döneminde arkadaşlara ayrılan süre, ebeveynlere göre fazladır; arkadaş grupları hem sosyal hem kimliğe dair gelişimlerde merkezi rol oynar.

Genç Yetişkinlik (örneğin, 25 yaş)

  • 25 yaş grubunda günlük zaman dağılımı şöyle: 275 dakika yalnız199 dakika iş arkadaşlarıyla geçiyor. (World Economic Forum)
  • Bu dönemde, arkadaşlara ayrılan süre aileye ayrılan süreden azdır; iş, öne geçmektedir.

Orta Yaş (örneğin, 35 yaş)

  • 35 yaşında, kişi hala en çok yalnız vakit geçiriyor (263 dakika günlük ortalama), ama partner ve çocuklarla birlikte geçirilen zaman toplamı yaklaşık 450 dakika (7,5 saat) düzeyine çıkıyor. (World Economic Forum)

Orta Yaş ve Sonrası (40–60 yaş)

  • Bu dönemde zaman genellikle aile (partner ve çocuklar) ile, iş arkadaşlarıyla ve yalnız olarak harcanır. (World Economic Forum)
  • İşten uzaklaşıldıkça, yalnız geçirilen süre artar; özellikle 60 yaş ve üzerine çıktıkça bu eğilim net şekilde görülür. (World Economic Forum)

Yaşlandıkça Yalnızlık ve Sosyal Çevrede Değişim

  • 60 yaşından sonra iş arkadaşlarıyla geçirilen zaman ciddi şekilde azalır; bu zaman genelde partner veya yalnız olarak geçer. (World Economic Forum)
  • Sosyal çevre daralır; 40 yaş ve sonrasında yalnız geçirilen zaman giderek artar. (HabertürkWorld Economic Forum)
  • Yakın arkadaşlarla geçirilen ortalama süre de 2014–2019 yılları arasında azalmıştır (haftalık yaklaşık 6,5 saatten 4 saate) (The Leadership & Happiness Laboratory) ve günlük arkadaşlarla geçirilen süre 2023 itibarıyla ortalama 26 dakika olarak belirlenmiştir (The Washington Post).

Aile: Köklerle Bağ Kurmak, Kaynakla Temas Etmek

Çocuklukta ailenin merkezindeyiz. Onlar bizim ilk bağ kurduğumuz, temel güven duygusunun yeşerdiği kişiler. Ancak yetişkinliğe geçişle birlikte bu bağ zaman içinde zayıflar; sıklıkla da farkında olmadan…

Oysa güvenli bağlanma, yalnızca çocuklukta değil, yetişkinlikte de psikolojik sağlamlık için vazgeçilmezdir. Ailemizle olan ilişkiyi canlı tutmak, ruhsal zeminin güçlenmesine katkı sağlar. Her ne kadar ilişkiler karmaşık olsa da, köklerle temas iyileştirici olabilir.

🧭 Bu hafta ebeveynlerinizi veya bir aile bireyinizi aramaya ne dersiniz? Onlarla sadece gündemden değil, geçmişten konuşmak, eski bir anınızı paylaşmak hem duygusal bağ kurmanızı sağlayacak hem de kimlik sürekliliğinizi besleyecektir.


Arkadaşlık: Ruhsal Yalnızlığa Karşı Panzehir

Terapiye gelen pek çok kişinin ortak teması, “anlaşılamamak” ve “yalnız hissetmek”tir. Oysa sağlıklı, derin ve güvenli arkadaşlık ilişkileri bu duyguların en doğal ilacıdır.

Genç yaşta sosyal çevre geniştir; ama yaş ilerledikçe nicelik azalır, nitelik önem kazanır. Bu nedenle dostluklarda derinliği, yüzeyselliğe tercih etmek uzun vadede ruhsal doyumu artırır.

🧭 Bu hafta “duygusal güvenli alan” hissettiğiniz bir arkadaşınıza ulaşmaya ne dersiniz? Ona sizin için neden önemli olduğunu söylemek (duygusal açıklık) bağ gücünü artırır.


Partner: Aynada Kendini Görmek

Bir partnerle kurulan ilişki, bireyin ruhsal yapısına dair en çok yansıma üreten alandır. Partneriniz sizinle değil, sizin yansımanızla da konuşur. Bu yüzden bu ilişki, hem en çok şifa hem de en çok tetiklenme potansiyeli taşır.

Uzun süreli bir ilişki; sadece romantik bağ değil, aynı zamanda bir psikolojik eşlik biçimidir. Sessizliği birlikte taşıyabildiğiniz, çatışmaları güvenle çözümleyebildiğiniz bir ilişki, ruhsal iyileşmenin zeminini oluşturur.

🧭 Partnerinize her gün bir küçük minnet cümlesi söyleyin. Takdir edilen kişi daha çok verir. Verilen kişi de görülmüş hisseder. İlişkiler “fark edilme”yle büyür.


Çocuklar: An’da Kalmanın Ustaları

Çocuklar; bugünde yaşar, merak eder, duyguyu sansürlemeden gösterir. Onlarla geçirilen zaman sadece ebeveynlik görevi değil, aslında yetişkinin ruhuna temas eden bir farkındalık pratiğidir.

Ancak ebeveynlik, modern dünyada çoğu zaman “yeterince iyi anne/baba olamıyorum” suçluluğuna dönüşür. Oysa çocuklar için en önemli şey; mükemmel değil, gerçekten orada olan bir ebeveyndir.

🧭 Bu hafta her gün 30 dakikanızı tamamen çocuğunuza ayırın. Göz teması kurarak, onun oyununa eşlik ederek, yargılamadan sadece “orada olarak”. Bu varlık hali, hem çocuğun bağlanmasını hem sizin ebeveynliğinizi onarır.


İş Arkadaşları: Duygusal İklimi Belirleyenler

Çalışma ortamı, hayatımızın ciddi bir kısmını kapsar. Günün büyük bölümü birlikte geçtiği için iş arkadaşlarıyla olan ilişki, ruh halinizi doğrudan etkiler. İş yerindeki duygusal iklim, sadece üretkenliği değil, anksiyete, tükenmişlik ve depresyon belirtilerini de etkiler.

Seçme şansınız varsa; sadece işin içeriğine değil, birlikte çalıştığınız insanların psikolojik etkisine de dikkat edin.

🧭 Bu hafta kendinize şu soruyu sorun: Bu insanlarla geçirdiğim zaman bana nasıl hissettiriyor? Zihinsel yorgunluğunuzun kaynağını sadece “iş yükü” değil, “duygusal yük” de olabilir.


Yalnızlık: Kendinle Kalabilme Becerisi

Modern insan, yalnızlıktan kaçma ustasıdır. Oysa terapi odasında en çok ihtiyaç duyulan şey, “kendiyle kalabilme becerisi”dir. Çünkü kendiyle kalamayan, gerçek bir başkasıyla da bağ kuramaz.

Yalnız zaman, psikolojik büyüme için verimli bir topraktır. Ancak bu yalnızlık, izole edici değil, besleyici olmalıdır. Farkındalıkla geçirilen yalnızlık anları, kişinin iç sesini duyduğu anlardır.

🧭 Günde 15 dakika hiçbir şey yapmadan oturun. Sadece nefes alın. Zihninizin neler söylediğini duyun. Kendinizle tanışmak için hiçbir araca ihtiyacınız yok.


Tüm Bu Zaman Haritasından Çıkan 6 Psikolojik Gerçek

  1. Aile ile bağ iyileştiricidir – ilişkinin mümkün olan kısmını onarın.
  2. Gerçek dostluk ruhu besler – kalabalıktan çok samimiyeti seçin.
  3. Partner ilişkisi aynadır – hem şifa hem çalışma alanıdır.
  4. Çocuklar sizi bugüne çeker – hazır ve duyarlı olun.
  5. İş ortamı duygusal yük taşır – fark edin ve düzenleyin.
  6. Yalnızlık gelişim alanıdır – kaçmayın, kucaklayın.

“İnsanın tüm sorunları, tek başına bir odada sessizce oturamamasından kaynaklanır.”
– Blaise Pascal

Zaman akıp gider. Ama onu nasıl yaşadığımız, kimlerle paylaştığımız ve hangi duygularla hatırlayacağımız bizim elimizde.

Bugün, bu yazıyı bitirdiğinizde durun. Derin bir nefes alın. Belki birini arayın. Belki sadece kendinizi dinleyin. Zamanı yaşanabilir kılan şey, onunla kurduğunuz bilinçli ilişkidir.










Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

BİR ÇOCUĞA HASTALIĞI ANLATMAK

Bir çocuğa sevdikleri birinin hastalığını (kanser teşhisi gibi) anlatmak, birçok ebeveyn için zorlayıcı olabilir. Çocuğu koruma isteğiyle bu bilgiyi saklamayı düşünebilirsiniz; ancak çocuklar etrafındaki değişiklikleri fark eder. Bu durumda, çocuklar hayal güçlerini kullanarak eksik bilgileri doldurabilir ve bu da daha fazla korku ve kaygıya yol açabilir. Çocuğa doğru bilgiyi açıkça vermek, güven ve aidiyet hislerinin gelişmesini destekleyecektir.

Konuşmaya Hazırlanın

Çocuğunuzla konuşmadan önce, ne söyleyeceğinizi planlayın. Bu konuşmayı yaparken sakin bir ortamda olmayı tercih edin. Çocuğa yaşına uygun açıklamalar yaparak sorularını yanıtlayın. Çocuğunuzun öğretmeni veya yakın çevresiyle de iletişimde olmak, onun daha iyi destek almasını sağlar.

Yaşlarına uygun kelimeler ve fikirler kullanarak, onların anlama seviyesine göre bilgi verin. Çocukların soruları, onların ne kadar bilgi almak istediklerini gösterir. Çoğunlukla, yetişkinler gibi, yeterince bilgi aldıklarında dinlemeyi bırakırlar. Çocukları korkuları ve kaygıları hakkında konuşmaya teşvik edin. Kanserin bulaşıcı olmadığını ve hastalığa dair yanlış anlaşılmaları ortadan kaldıran bilgiler verin. Aynı bilgileri birden fazla kez vermeniz gerekebilir.

Bazen, çocukların sizinle konuşmaktansa başka bir yetişkinle konuşmasının daha uygun olduğunu düşünebilirsiniz. Bir ruh sağlığı uzmanı, başka bir yetişkinin bu konuşmayı yapmasının gerekip gerekmediğine karar vermenize yardımcı olabilir. 

Çocuklarınızın size yardım etmesine izin verin. Küçük çocuklar geçmiş olsun kartları yapabilir veya bir çiçek getirebilir. Daha büyük çocuklar kitap okuyabilir veya bazı ev işlerinde yardımcı olabilir. Her yaş grubundan çocuklar size eşlik edebilir ya da sizinle kısa bir yürüyüşe çıkabilir. 

Onları ne kadar sevdiğinizi hatırlatarak başlayabilirsiniz. Yorgun veya gergin hissetseniz bile onları sevdiğinizi ve her zaman seveceğinizi bilmelerini sağlayın. Onlarla ne kadar gurur duyduğunuzu anlatın. Hasta olmanızın onların suçu olmadığını da vurgulayın.

0-3 Yaş

Bu yaş grubundaki çocuklar hastalığı anlamaz ancak çevrelerindeki değişiklikleri ve duygusal tepkileri fark ederler. Rutin değişiklikleri, uyku ve yeme düzenlerinde bozulmalar yaratabilir. Bu durumda, çocuk fiziksel ve sözlü güvenceye ihtiyaç duyabilir.

4-6 Yaş

Bu yaş grubundaki çocuklar hastalığı anlamaya başlar ama kanser gibi ciddi hastalıkların ne anlama geldiğini kavrayamaz. Kendi veya sevdikleri birinin hastalığa neden olmadığı konusunda onları rahatlatın. Günlük rutin değişikliklerini önceden açıklamak, çocukların belirsizlik korkusunu azaltır.

7-12 Yaş

Bu yaş grubu hastalıklar hakkında daha fazla bilgiye sahip olabilir. Çocuğun okulda veya arkadaş çevresinden duyduğu yanlış bilgileri düzeltin ve ona kanserin bulaşıcı olmadığını açıklayın. Sevdiklerinin geçirebileceği fiziksel değişimleri önceden anlatarak, hazırlıklı olmalarını sağlayabilirsiniz. Çocuğun duygularını gizlemesi durumunda depresyon belirtilerine dikkat edin.

13-18 Yaş

Ergenler, hastalıkların ne olduğunu anlayabilir ve bazen sevdiklerine yardım etmek isteyebilirler. Ancak bu sorumluluğu fazlaca üstlenmemelerine dikkat edin. Ayrıca, bu yaş grubundaki gençler bağımsızlık arayışı içinde oldukları için duygularını paylaşmakta zorlanabilirler. Kızgınlık, riskli davranışlar veya içe kapanma gibi tepkiler görülebilir. Duygu durumlarını takip edin ve okul danışmanlarından destek almaktan çekinmeyin.

Her çocuğun bu süreçte bireysel bir tepki verebileceğini unutmayın ve gerektiğinde sağlık profesyonelleri ile iletişime geçerek ek destek alın. Çocuğunuzun yaşına ve duygusal ihtiyacına uygun bir şekilde bilgi paylaşmak, bu zorlu süreci daha sağlıklı bir şekilde aşmanıza yardımcı olacaktır.

Yetişkin Çocuklarla Konuşmak

Yetişkin çocuklarınız ya da torunlarınızla ilişkiniz, kanser teşhisinizle birlikte değişebilir. Onlara duygusal destek ya da fiziksel bakım için başvurmanız gerekebilir. Ancak onları üzmek ya da günlük yaşamlarını zorlaştırmak istemediğiniz için teşhisi paylaşmaktan çekinebilirsiniz. Yine de, yakın aile üyelerinin durumunuzdan haberdar olması önemlidir.

  • Özel bir yerde konuşmayı tercih edin.
  • Kimsenin acele etmediği bir zamanı seçin ve tüm söylemek istediklerinizi rahatça ifade edin.
  • Hazır hissettiğinizde sahip olduğunuz bilgileri onlarla paylaşın.
  • Duygularınız hakkında dürüst olun.
  • Size destek olabilecek durumdalarsa, yardımlarını sunmalarına izin verin. Yardım için başka kimseye başvuramayacağınız durumları da açıkça ifade edin.
  • İleriye dönük sağlık bakımınızla ilgili kararları onlara bırakmayı planlıyorsanız, bunu da onlarla paylaşın.

Bu tür bilgiler, özellikle yakın aile üyeleri için yeni ve zorlayıcı olabilir. Beklediğinizin dışında bir tepki verebilirler; durumu kendi hızlarında ve kendi yöntemleriyle kabullenmeleri için onlara zaman tanıyın.

Desteğe ihtiyacınız olduğunda size destek sağlamak için buradayım…








Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

ÇOCUK VE ERGENLERDE ÖLÜM KORKUSU

Çocuklarda ve Ergenlerde Ölüm Fobisi (Tanatofobi) ve Ölüm Kaygısı: Nedenleri, Belirtileri ve Başa Çıkma Yöntemleri

Ölüm fobisi (tanatofobi) veya ölüm kaygısı, çocuklar ve ergenlerde sıkça görülen ancak genellikle göz ardı edilen bir durumdur. Bu kaygı, özellikle ergenlik döneminde kimlik arayışı ve varoluşsal sorgulamalarla birlikte daha belirgin hale gelebilir. Ölüm korkusu, çocuk ve ergenlerin günlük yaşamını, akademik performansını ve sosyal ilişkilerini olumsuz etkileyebilir. Bu yazıda, ölüm kaygısının nedenleri, kendini nasıl gösterdiği, ebeveynlere öneriler ve terapi süreçleri hakkında detaylı bilgiler bulacaksınız.


Ölüm Kaygısının Nedenleri

Gelişimsel Faktörler:

  • Çocuklar ve ergenler, özellikle 5-7 yaşları arasında ölüm kavramını anlamaya başlar. Bu dönemde ölümün geri dönülemez olduğunu fark ederler ve bu durum kaygıya neden olabilir.
  • Ergenlik döneminde ise soyut düşünme yeteneği gelişir. Bu, ölüm gibi soyut kavramlar üzerinde daha fazla düşünmelerine ve kaygılanmalarına yol açabilir.

Travmatik Deneyimler:

  • Ailede veya yakın çevrede bir kayıp yaşanması, çocuk ve ergenlerde ölüm kaygısını tetikleyebilir. Özellikle ebeveyn kaybı, bu durumu daha da derinleştirebilir.
  • Medyada ölümle ilgili haberler, filmler veya diziler de çocukların ölüm korkusunu artırabilir.

Varoluşsal Kaygı:

  • Ergenler, kimlik arayışı sürecinde varoluşsal sorgulamalara girer. “Ben kimim?”, “Hayatın anlamı nedir?”, “Ölümden sonra ne olacak?” gibi sorular, ölüm kaygısını tetikleyebilir.

Ailevi ve Kültürel Etkiler:

  • Aile içinde ölümle ilgili konuşmaların yasaklanması veya ölümün tabu olarak görülmesi, çocukların bu konuda kaygı geliştirmesine neden olabilir.
  • Bazı kültürlerde ölümle ilgili korkutucu hikayeler veya inanışlar, çocukların ölüm korkusunu pekiştirebilir.

Psikolojik Faktörler:

  • Düşük benlik saygısı, kaygı bozuklukları veya depresyon gibi psikolojik sorunlar, ölüm kaygısını artırabilir.
  • Obsesif-kompulsif bozukluk (OKB) gibi durumlarda, ölümle ilgili takıntılı düşünceler sıkça görülebilir.

Ölüm Kaygısının Kendini Gösterme Biçimleri

Duygusal Belirtiler:

  • Sürekli ölümle ilgili düşünceler.
  • Ölüm hakkında konuşmaktan kaçınma veya aşırı ilgi gösterme.
  • Ölümle ilgili kabuslar veya uyku bozuklukları.
  • Sevdiklerini kaybetme korkusu.

Davranışsal Belirtiler:

  • Ölümle ilgili konulardan kaçınma (örneğin, cenaze törenlerine katılmak istememe).
  • Sürekli güvence arama davranışları (“Sen ölmeyeceksin, değil mi?”).
  • Ölümle ilgili takıntılı davranışlar (örneğin, sürekli ölümle ilgili kitaplar okuma).

Fiziksel Belirtiler:

  • Kaygıya bağlı mide bulantısı, baş ağrısı veya kalp çarpıntısı.
  • Uyku bozuklukları veya iştah değişiklikleri.

Ebeveynlere Öneriler

Açık ve Dürüst İletişim:

  • Çocuğunuzun ölümle ilgili sorularını geçiştirmeyin. Yaşına uygun bir dil kullanarak dürüstçe cevaplayın.
  • Ölümü bir tabu olarak değil, hayatın doğal bir parçası olarak anlatın.

Güven Verici Olun:

  • Çocuğunuza sevgi ve güven verin. “Seni her zaman koruyacağım” gibi ifadeler, çocuğun kaygısını azaltabilir.
  • Ölümle ilgili korkularını küçümsemeyin veya yargılamayın.

Rutinleri Koruyun:

  • Çocuğun günlük rutinlerini korumak, ona güven ve istikrar hissi verir. Bu, kaygıyı azaltmaya yardımcı olabilir.

Sosyal Destek Sağlayın:

  • Çocuğunuzun arkadaşlarıyla vakit geçirmesini teşvik edin. Sosyal aktiviteler, kaygıyı hafifletebilir.
  • Aile içinde birlikte vakit geçirin ve çocuğunuzun duygularını ifade etmesine olanak tanıyın.

Profesyonel Destek Almaktan Çekinmeyin:

  • Çocuğunuzun ölüm kaygısı günlük hayatını etkiliyorsa, bir çocuk psikoloğu veya psikiyatristinden destek alın.

Terapi Süreçleri ve İşe Yarar Mı?

Ölüm kaygısı, özellikle çocuk ve ergenlerde terapiyle başarılı bir şekilde yönetilebilir. İşte terapide kullanılan yöntemler:

Bilişsel Davranışçı Terapi (CBT): CBT, ölümle ilgili olumsuz düşünceleri değiştirmeye odaklanır. Örneğin, “Ölüm korkutucudur” gibi düşünceler yerine, “Ölüm hayatın bir parçasıdır” gibi daha gerçekçi düşünceler geliştirilir.

Varoluşçu Terapi: Bu terapi yöntemi, ergenlerin varoluşsal kaygılarını anlamalarına ve hayatın anlamını keşfetmelerine yardımcı olur.

Oyun Terapisi (Çocuklar İçin): Özellikle küçük çocuklar için oyun terapisi, ölümle ilgili korkularını ifade etmelerine yardımcı olabilir.

Aile Terapisi: Aile içindeki iletişimi güçlendirmek ve ölümle ilgili konuları açıkça konuşmak, çocuğun kaygısını azaltabilir.


Değerlendirme Araçları

Ölüm kaygısını değerlendirmek için kullanılan bazı psikolojik ölçekler ve yöntemler şunlardır:

Ölüm Kaygısı Ölçeği (Death Anxiety Scale)
Bu ölçek, ölümle ilgili korku ve kaygı düzeyini değerlendirir. Örnek sorular:

  • “Ölüm hakkında düşünmek beni endişelendirir.”
  • “Öldükten sonra ne olacağını bilmemek beni korkutur.”

Collett-Lester Fear of Death Scale
Bu ölçek, ölüm korkusunu farklı boyutlarda (kendi ölümü, başkalarının ölümü vb.) değerlendirir.

Projektif Testler
Rorschach Mürekkep Lekesi Testi veya Tematik Algı Testi (TAT), ergenin bilinçaltındaki korkularını ortaya çıkarabilir.

Klinik Görüşme
Bir uzman tarafından yapılan klinik görüşme, ergenin ölüm kaygısını anlamak için en etkili yöntemlerden biridir.


Ölüm kaygısı, çocuk ve ergenlerde doğal bir duygu olabilir, ancak bu kaygı günlük hayatlarını etkiliyorsa dikkate alınmalıdır. Ebeveynler, çocuklarının duygularını anlamalı ve onlara güven verici bir ortam sunmalıdır. Terapi süreçleri, özellikle bilişsel davranışçı terapi ve varoluşçu terapi, bu kaygıyı yönetmede oldukça etkilidir. Unutmayın, ölüm kaygısıyla başa çıkmak, çocuk ve ergenlerin sağlıklı bir şekilde büyümesine ve hayatın anlamını keşfetmesine yardımcı olabilir.

Kaynakça
Templer, D. I. (1970). The construction and validation of a Death Anxiety Scale.
Collett, L. J., & Lester, D. (1969). The fear of death and the fear of dying.
Adolescent Death Anxiety Scale (ADAS).





Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

YAVAŞLA

Psikolojinin Bize Öğrettikleri ve Kültürlerin İlham Veren Ritimleri

Bugün sizinle modern dünyanın hızına karşı bir panzehir olan “yavaşlamak” üzerine konuşalım mı?

Klinik psikolog olarak, danışanlarımla yaptığım görüşmelerde sık sık şu cümleyi duyuyorum: “Durup nefes alacak zamanım yok.” Peki, gerçekten öyle mi? Yoksa biz mi kendimizi bu hıza mahkum ediyoruz?

Gelin, yavaşlamanın psikolojik faydalarına, farklı ülkelerdeki kültürlerin bize öğrettiklerine ve çocuklarla ilişkimize bir göz atalım.


Yavaşlamanın Psikolojik Faydaları

Yavaşlamak, sadece romantik bir fikir değil, aynı zamanda psikolojik sağlığımız için bir gereklilik. İşte bilimin bize söyledikleri:

  • Hızlı yaşam tarzı, kronik stresi tetikler ve kortizol seviyelerini yükseltir. Yavaşlamak ise parasempatik sinir sistemini aktive ederek, vücudun “dinlen ve sindir” moduna geçmesini sağlar (Sapolsky, 2004). Bu da stresi azaltır ve duygusal dengeyi destekler.
  • Mindfulness (anda kalma) pratikleri, yavaşlamanın en etkili yollarından biridir. Jon Kabat-Zinn’in 1990’larda geliştirdiği Mindfulness Temelli Stres Azaltma (MBSR) programı, yavaşlamanın kaygı ve depresyonu azalttığını gösteriyor. Yavaşlamak, bize “şimdi ve burada” olmayı öğretir.
  • Beynimizin Default Mode Network (DMN) adı verilen bir ağı, dinlenme sırasında aktive olur. Bu ağ, yaratıcı düşüncelerin ortaya çıkmasını sağlar (Buckner et al., 2008). Yani, yavaşladığımızda aslında beynimiz daha yaratıcı olur!

Hygge’den Ikigai’ye İlham Veren Gelenekler

Farklı kültürler, yavaşlamayı bir sanat haline getirmiş.

  • Hygge (Danimarka): Hygge, Danimarka’da sıcaklık, rahatlık ve samimiyet anlamına gelir. Araştırmalar, hygge’nin insanların mutluluk seviyelerini artırdığını gösteriyor (Sørensen, 2016). Mum ışığı, sıcak bir battaniye ve sevdiklerinizle geçirilen zaman, hygge’nin özünü oluşturur. Bu, yavaşlamanın en keyifli hali!
  • Lagom (İsveç): Lagom, “ne az ne çok, tam kararında” demek. Bu felsefe, dengeli bir yaşam sürmeyi öğütler. İsveçliler, lagom sayesinde iş-yaşam dengesini koruyor ve stresi minimumda tutuyor.
  • Ikigai (Japonya): Ikigai, “yaşam amacı” anlamına gelir. Japonlar, ikigai’lerini bulduklarında daha uzun ve mutlu bir yaşam sürüyor (Buettner, 2005). Yavaşlamak, ikigai’yi keşfetmek için bir fırsattır.

Çocuklar Hızlandırmak mı, Yavaşlamayı Öğrenmek mi?

“Hadi” ile Büyüyen Çocuklar

Modern ebeveynlik, çocukları sürekli bir aktivite ve başarı baskısı altında tutuyor. Ancak, çocukların yavaşlamaya ihtiyacı var. İşte nedenleri:

  • Doğal Öğrenme Hızı: Jean Piaget’nin bilişsel gelişim teorisine göre, çocuklar kendi hızlarında öğrenir. Onları hızlandırmak, öğrenme süreçlerini olumsuz etkileyebilir (Piaget, 1952).
  • Oyunun Gücü: Oyun, çocukların duygusal ve sosyal becerilerini geliştirir. Yavaşlamak, onlara daha fazla oyun zamanı tanır. Carl Rogers’ın da dediği gibi, “Çocuklar, kendi hızlarında büyüdüklerinde daha sağlıklı bireyler olurlar.”
  • Duygusal Denge: Yavaşlamak, çocukların duygusal olarak dengeli olmalarına yardımcı olur. Sürekli koşuşturma, kaygı ve stres yaratabilir (Goleman, 1995).

Çocuklardan yavaşlamayı öğrenmek, aslında onların doğal ritimlerine saygı duymak anlamına gelir.

Onlara “hadi” demek yerine, onların keşfetme ve öğrenme süreçlerine eşlik etmek daha sağlıklıdır.


Yavaşlamayı Hayata Geçirmek

Yavaşlamak, bir yaşam tarzı haline getirilebilir. İşte bazı pratik öneriler:

  • Gün içinde belirli saatlerde teknolojiden uzak durun. Bu, zihninizi boşaltmanıza yardımcı olur.
  • Doğa yürüyüşleri, piknikler veya bahçe işleri, yavaşlamak için harika yollardır.
  • Sabah kahvenizi yavaşça içmek veya akşam yemeğini aileyle birlikte yemek gibi küçük ritüeller, yavaşlamanıza yardımcı olur.
  • Çocukların oyunlarına katılmak, hem onlarla bağ kurmanızı hem de yavaşlamanızı sağlar.









Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

İş Yerimde Mutlu Değilim

Çalışma hayatı, bireylerin hem ekonomik hem de sosyal yaşantılarında önemli bir yer tutar. Fakat iş yerindeki huzursuzluk, ruhsal ve fiziksel sağlık üzerinde yıkıcı etkiler yaratabilir. “İş yerimde mutlu değilim” diyen bir çalışanın yaşadığı bu tür sorunlar, sadece kişiyi değil, tüm organizasyonu olumsuz yönde etkileyebilir.

İş yerindeki stres, bir çalışanın iş yükü, görev talepleri, çalışma koşulları veya yöneticisiyle yaşadığı problemler nedeniyle başa çıkma kapasitesinin aşılması sonucu ortaya çıkar. Dünya Sağlık Örgütü (WHO), iş yerinde stresin yaygın bir sorun olduğunu ve uzun vadede hem bireylerin hem de kurumların büyük maliyetler yaşadığını vurgulamaktadır. Stresin uzun süreli etkileri; baş ağrıları, mide problemleri, uyku bozuklukları, anksiyete bozuklukları, depresyon ve tükenmişlik gibi daha ciddi ruhsal ve bedensel sağlık sorunlarına yol açabilir. Çalışanlar stres altında verimliliklerini kaybedebilir, bu da iş gücü kaybına neden olur.

Stresin en yaygın sebepleri arasında aşırı iş yükü, belirsiz iş tanımları, yetersiz kaynaklar, iş güvencesizliği ve zayıf yönetim yer alır. Çalışanların hissettikleri baskı, kendilerini değerli hissetmeme ve başarısızlık duygularına yol açabilir. Bu tür durumlar, psikolojik olarak tükenmişlik hissi doğurur ve kişinin işyerine olan bağlılığını zayıflatır.


Mobbing

Mobbing, işyerinde bir çalışanı sistematik olarak dışlama, psikolojik baskı yapma veya kişiyi itibarsızlaştırma biçiminde gerçekleşen davranışlardır. Mobbing, genellikle iş arkadaşları veya yöneticiler tarafından uygulanabilir ve çoğu zaman uzun süreli bir süreçtir. Mobbinge maruz kalan bireyler, kendilerini yalnızlaşmış, değer görmeyen ve çaresiz hissedebilirler. 2007 yılında yapılan bir araştırma, mobbinge uğrayan çalışanların %60’ının depresyon, anksiyete bozukluğu ve tükenmişlik gibi psikolojik sorunlarla karşı karşıya kaldığını göstermektedir. Ayrıca, mobbingin iş yerinde çalışan bağlılığını büyük ölçüde azalttığı, tükenmişliğe yol açtığı ve yüksek işten ayrılma oranlarına sebep olduğu da bilimsel olarak kanıtlanmıştır.

Mobbing, özellikle düşük özsaygısı olan kişilerde daha şiddetli psikolojik etkiler yaratabilir. Bu tür bir psikolojik şiddet, kişiyi yalnızlaştırır, güven duygusunu sarsar ve işyerine dair olumsuz düşüncelerle kişiyi bunalıma sürükler.


Hakkın Yenmesi ve Suistimaller

Çalışanlar, zaman zaman iş yerindeki yöneticileri tarafından haksızlığa uğrayabilir. Özellikle emeğinin altında maaş, çalışma şartlarının kötüleştirilmesi gibi suistimaller, çalışan üzerinde ciddi psikolojik etkiler yaratır. Bu tür durumlar, çalışanlarda değer kaybı ve kontrol kaybı duygularına yol açarak, stres seviyelerini artırır.

Bilimsel veriler, sosyal adaletin ve duygusal emek takdirinin çalışan motivasyonu üzerinde önemli etkiler yarattığını göstermektedir. Haksızlıkların ve suistimallerin sürekli hale gelmesi, çalışanların iş tatminsizliği yaşamasına, tükenmişlik sendromuna ve depresyon gibi ciddi ruhsal sorunlara yol açabilir. Çalışanlar, sürekli haksızlıklarla karşılaştıklarında kendilerini dışlanmış hissedebilir ve bu da daha uzun vadede işten ayrılmalarına veya düşük performans göstermelerine neden olabilir.

İş yerindeki problemler, hem sıklığı hem de şiddeti açısından farklı psikolojik etkiler yaratabilir.

İşe geç kalma, aşırı yüksek talepler, sıkça yaşanan anlaşmazlıklar, sosyal izolasyon.
Bu tür günlük stres kaynakları, bireyde kontrol kaybı duygusu yaratabilir ve sürekli kaygı hali oluşturur. Yetersizlik hissi ve başarısızlık duygusu, depresyon riski taşır.

Artan iş yükü, yetersiz kaynaklarla çalışma, yönetimsel belirsizlikler.
Haftalık stres kaynakları, duygusal tükenmişlik ve motivasyon kaybı gibi duygusal bozukluklara yol açabilir. Bu durum, kişinin özsaygısının düşmesine ve yalnızlaşmasına neden olabilir.

Uzun vadeli stres, işyerindeki psikolojik baskılar, işyerine olan bağlılıkta azalma.
Aylık düzeyde biriken problemler, depresyon ve umutsuzluk gibi ciddi ruhsal sorunlara yol açabilir. İşe olan bağlılık kaybolur ve bu da iş performansında düşüşe neden olabilir.


İş yerindeki stres ve mobbingin psikolojik temelleri, bireylerin olayları nasıl algıladığı ve bu olaylarla nasıl başa çıktığıyla ilgilidir.

Çalışanlar, iş yerindeki talepleri kontrol edemediklerinde, bu durumu bir tehdit olarak algılarlar. Kontrol kaybı duygusu, özellikle anksiyete bozukluklarını tetikler.

Özsaygısı düşük çalışanlar, her hatalarını kişisel bir eksiklik olarak görürler. Bu da mükemmeliyetçi bir yaklaşım geliştirmelerine yol açar, bu da tükenmişliği artırır.

Sürekli stres, duygusal tükenmişliğe yol açar. Kişinin enerjisi tükenir, motivasyonu düşer ve iş tatmini kaybolur.

İşyerinde yalnızlaşmak, depresyon ve kaygı bozukluklarını artırır. Sosyal destek eksikliği, duygusal yükü daha da ağırlaştırır.


Başa Çıkma Yolları ve Çözüm Önerileri

İş yerindeki stres ve mobbingle başa çıkabilmek için hem bireysel hem de kurumsal düzeyde çözüm önerileri uygulanmalıdır:

Bireysel Stratejiler

  • Kendinizin ve duygularınızın farkında olmak, duygusal olarak sağlıklı bir yaşam sürdürmek için temel bir adımdır.
  • İş yükünü iyi organize etmek, kişisel sınırlar koyarak stresin etkilerini azaltabilir.
  • İş arkadaşlarınızla sağlıklı ilişkiler kurarak, gerektiğinde bir uzmandan destek almak önemlidir.
  • Mükemmeliyetçilikten kaçının ve başarılarınızı kutlayın. Bu, stresle başa çıkmanıza yardımcı olabilir.

Kurumsal Stratejiler

  • Stres Yönetimi Programları: Çalışanlara stresle başa çıkmayı öğretmek, daha verimli ve sağlıklı bir çalışma ortamı yaratılmasına yardımcı olur.
  • Mobbingle Mücadele: İşyerinde mobbingle mücadele etmek için net politikalar ve şikayet mekanizmaları oluşturulmalıdır.
  • Çalışan Katılımı: Çalışanları karar alma süreçlerine dahil etmek, onların işyerine bağlılıklarını artırabilir.

İş Değiştirmeli Miyim?

İşverenlerin, çalışanların ruh sağlığını önemseyen politikalar geliştirmesi, çalışanların ise kişisel sınırlarını koruyarak bu süreçte destek almaları, sağlıklı ve verimli bir iş ortamının temelini oluşturur.

İş değiştirmeniz gerektiğini gösteren bazı belirgin işaretler vardır.

Eğer iş yerindeki stres, sürekli hale gelmişse ve tükenmişlik hissi yaşamaya başladıysanız, bu ciddi bir uyarıdır. Sürekli yorgunluk, motivasyon kaybı ve duygusal tükenmişlik, işinizin sağlıklı bir şekilde sürdürülebilmesi için sürdürülemez bir durum olduğunu gösterebilir. Bu durum zamanla depresyon ve anksiyete gibi ruhsal sorunlara da yol açabilir.

İşinize karşı bir tutku ve ilgi kaybı yaşamanız, işinizin size keyif vermemesi, her gün işe gitmek için zorluk çekmeniz, iş değiştirmeyi düşünmenizi tetikleyebilir. Bu, işin sizi tatmin etmediğini ve belki de daha anlamlı veya uygun bir alan arayışında olmanız gerektiğini gösterir.

Çalıştığınız ortamda psikolojik baskı, haksız eleştiriler, dışlanma, dedikodular veya alaylar gibi mobbing davranışlarıyla karşılaşıyorsanız, bu işyerinin sağlıklı bir ortam olmadığının işaretidir. Mobbing, yalnızca psikolojik sağlığınızı değil, fiziksel sağlığınızı da tehdit edebilir. Eğer bunlar kalıcı hale geldiyse, yeni bir iş aramak sizin için doğru bir çözüm olabilir.

Eğer patronunuz ya da işyerindeki yöneticiler sürekli olarak hakkınızı yemeye başlıyor, fazla mesai ödemeleri, maaş artışları ya da kariyerinizin ilerlemesi konusunda adaletsiz davranıyorlarsa, bu da iş değiştirme zamanının geldiğini gösteren önemli bir işarettir. İşyerinde adaletin eksikliği, kişisel ve profesyonel tatminsizliğe yol açar.

İşinize bağlı olarak sürekli fiziksel rahatsızlıklar (baş ağrıları, mide problemleri, uyku bozuklukları gibi) yaşıyorsanız, bu işin sizin için sürdürülebilir olmadığının bir göstergesi olabilir. Fiziksel ve psikolojik sağlık, uzun vadede kariyer başarınızın önünde engel teşkil edebilir.

İşinize gereğinden fazla vakit ayırarak özel yaşamınıza yeterince yer verememek, kişisel ilişkilerinizin zayıflaması veya sosyal yaşamınızın olmaması, iş değiştirmeniz gerektiğine dair bir sinyal olabilir. Sağlıklı bir iş-yaşam dengesi, verimli bir iş hayatının anahtarıdır.

Eğer mevcut işinizde kariyerinize dair bir ilerleme görmüyorsanız ve sürekli olarak gelişim fırsatları ile karşılaşmıyorsanız, bu bir iş değişikliğini gerektirebilir. Hedeflerinize ulaşamamak, motivasyon kaybına yol açabilir.

İşyerindeki çalışma arkadaşlarınızla sağlıklı ilişkiler kuramıyorsanız veya sürekli olumsuz bir atmosfer içerisindeyseniz, bu da iş yerinde mutsuzluk yaratabilir. İş yerindeki negatif bir ortam, çalışma verimliliğinizi ve ruhsal sağlığınızı olumsuz etkiler.

İşyerinin değerleri ile sizin değerleriniz arasında büyük bir uyumsuzluk varsa, bu da bir iş değişikliği sinyali olabilir. Özellikle işinizin sizin etik ya da kişisel değerlerinize uymadığını hissettiğinizde, bu durumu değiştirmeyi düşünmek gerekir.

İş yerinde sürekli olarak belirsizlik içinde olmak, gelecekle ilgili bir planın olmaması, iş güvenliğinizin tehdit altında olması gibi durumlar da bir iş değişikliğini işaret edebilir. Belirsizlik, kaygıyı artırır ve bu da ruhsal sağlığınız üzerinde uzun vadeli olumsuz etkiler yaratabilir.

  • İçsel Bir Değerlendirme Yapın: Kendi istekleriniz, hedefleriniz ve beklentileriniz üzerine düşünün. Mevcut işinizin bu ihtiyaçları karşılayıp karşılamadığını değerlendirin.
  • Alternatif İhtimalleri Araştırın: İş değişikliği yapmayı düşünüyorsanız, hangi alanda çalışmak istediğinizi netleştirin ve bu alandaki fırsatları araştırın.
  • Yeni Bir İş Arayın: İş değiştirmek, bazen zorlu bir süreç olabilir ama sağlığınız, huzurunuz ve mutluluğunuz her şeyden daha önemli. Yeni bir iş arayışı, sizi daha tatmin edici bir iş hayatına yönlendirebilir.












Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

İçsel Sağlıklı Ebeveyn Sesini Keşfetmek

Şema Terapi’de Kendine Yeniden Ebeveynlik

Şema Terapi, Jeffrey Young tarafından geliştirilen, özellikle kronik psikolojik sorunlar ve kişilik bozukluklarıyla başa çıkmak için kullanılan bütüncül bir terapi yaklaşımıdır. Bu yaklaşım, bireylerin çocukluk döneminde karşılanmayan temel duygusal ihtiyaçlarının (güven, özerklik, sevgi, kabul görme gibi) yetişkinlikte nasıl işlevsel olmayan şemalar ve baş etme modlarına dönüştüğünü inceler. Bu süreçte, “kendine yeniden ebeveynlik” kavramı, kişinin içselleştirilmiş sağlıklı bir ebeveyn sesi geliştirmesine yardımcı olarak, işlevsel olmayan modlarını dengelemesini sağlar.


Çocuklukta Temel Duygusal İhtiyaçlar ve İçselleştirilmiş Ebeveynlik

Çocukluk dönemi, bireyin duygusal ve psikolojik gelişimi için kritik bir dönemdir. Bowlby’nin bağlanma teorisine göre, çocuklar ebeveynleriyle kurdukları güvenli bağlanma sayesinde kendilerini değerli ve güvende hissederler. Bu bağlanma, çocuğun ileride kendi kendine ebeveynlik yapabilmesi için bir temel oluşturur. Ancak, ebeveynler duygusal olarak ulaşılamaz, tutarsız veya cezalandırıcı olduğunda, çocuklar temel duygusal ihtiyaçlarını karşılayamaz ve bu durum yetişkinlikte içselleştirilmiş işlevsel olmayan ebeveyn modlarına yol açar.

Young’a göre, çocuklukta karşılanmayan temel ihtiyaçlar şunlardır:

  1. Güvenli bağlanma ve güvenlik ihtiyacı
  2. Özerklik, yeterlilik ve kimlik duygusu
  3. Özgürce duygularını ifade edebilme
  4. Spontanlık ve oyun ihtiyacı
  5. Gerçekçi sınırlar ve özdenetim

Bu ihtiyaçlar karşılanmadığında, kişi yetişkinlikte “incinmiş çocuk”, “kızgın çocuk” veya “terkedilmiş çocuk” gibi işlevsel olmayan modlar geliştirir. Bu modlar, kişinin duygusal olarak zorlandığı zamanlarda ortaya çıkar ve sağlıklı bir şekilde yönetilmediğinde, depresyon, kaygı bozuklukları ve kişilik bozuklukları gibi sorunlara yol açabilir.


Yeniden Ebeveynlik

Yeniden ebeveynlik, Şema Terapi’nin en önemli tekniklerinden biridir. Bu teknik, kişinin çocuklukta yaşayamadığı duygusal deneyimleri terapötik bir ortamda yeniden yaşamasını ve içselleştirilmiş sağlıklı bir ebeveyn sesi geliştirmesini hedefler. Bu süreç, özellikle çocukluk travmaları yaşamış bireyler için kritik öneme sahiptir.

Dr. Jeffrey Young, yeniden ebeveynliği, “kişinin kendi içinde şefkatli, destekleyici ve sınır koyabilen bir ebeveyn sesi oluşturması” olarak tanımlar. Bu ses, kişinin işlevsel olmayan çocuk modlarını sakinleştirirken, aynı zamanda cezalandırıcı veya talepkar ebeveyn modlarını da dengelemeye yardımcı olur.

Örneğin, bir hasta duygusal olarak zorlandığında, içindeki “incinmiş çocuk” modu aktif hale gelebilir. Bu durumda, içsel sağlıklı ebeveyn sesi, hastaya şefkatle yaklaşır ve onu sakinleştirir. Aynı zamanda, “cezalandırıcı ebeveyn” modunu devre dışı bırakarak, hastanın kendini suçlamasını engeller.

Yeniden ebeveynlik kavramı, nörobilim ve psikoloji alanındaki araştırmalarla da desteklenmektedir. Dr. Daniel Siegel, “The Developing Mind” adlı kitabında, çocuklukta yaşanan duygusal deneyimlerin beyin gelişimi üzerindeki etkilerini vurgular. Siegel’e göre, ebeveynlerin çocuklarına sağladığı duygusal destek, beynin prefrontal korteksinin gelişimini destekler. Bu bölge, duygusal düzenleme, özdenetim ve karar verme gibi işlevlerden sorumludur. Çocuklukta bu destek alınmadığında, yetişkinlikte duygusal düzenleme becerileri zayıf kalır.

Dr. Joan Farrell ve Dr. Ida Shaw, Şema Terapi’nin grup uygulamaları üzerine yaptıkları çalışmalarda, yeniden ebeveynliğin özellikle sınır kişilik bozukluğu olan bireylerde etkili olduğunu bulmuşlardır. Bu çalışmalarda, grup terapisi sürecinde hastaların birbirlerine şefkatli ve destekleyici bir tutum sergilemesi, içsel sağlıklı ebeveyn sesini geliştirmelerine yardımcı olmuştur.

Ayrıca, Dr. Arnoud Arntz tarafından yapılan randomize kontrollü çalışmalar, Şema Terapi’nin özellikle kronik depresyon ve kişilik bozukluklarında geleneksel terapi yöntemlerine kıyasla daha etkili olduğunu göstermiştir. Bu çalışmalarda, yeniden ebeveynlik tekniklerinin, hastaların özgüvenlerini artırdığı ve duygusal düzenleme becerilerini geliştirdiği tespit edilmiştir.


Terapötik Süreçte Yeniden Ebeveynlik Nasıl Uygulanır?

Yeniden ebeveynlik, terapistin hastaya sınırlı bir ebeveynlik rolü üstlenmesiyle başlar. Bu süreçte terapist, hastanın çocuklukta yaşayamadığı duygusal deneyimleri, etik ve profesyonel sınırlar içinde sunar. Örneğin, terapist hastanın duygularını kabul eder, onu anlar ve desteklerken, aynı zamanda gerçekçi sınırlar koyar ve hastanın kendi sorumluluklarını almasını teşvik eder.

Bu süreçte kullanılan bazı teknikler şunlardır:

İmgesel Çalışmalar: Hasta, çocuklukta yaşadığı travmatik bir anıyı hayal eder ve terapist, bu anıda hastaya şefkatli ve destekleyici bir ebeveyn rolü üstlenir.
Duygusal Düzenleme Egzersizleri: Terapist, hastanın duygularını tanımasına ve ifade etmesine yardımcı olur.
Şefkatli İçsel Diyalog: Hasta, kendine şefkatli bir şekilde hitap etmeyi öğrenir. Örneğin, “Şu anda zorlanıyorum, ama bu normal. Kendime karşı nazik olmalıyım.”


Yeniden Ebeveynliğin Uzun Vadeli Etkileri

Yeniden ebeveynlik, kişinin sadece terapide değil, günlük yaşamında da daha sağlıklı ilişkiler kurmasına ve duygusal olarak daha dirençli olmasına yardımcı olur. Bu süreç, kişinin geçmişteki yaralarını iyileştirirken, aynı zamanda gelecekte daha sağlıklı bir yaşam sürdürmesine de olanak tanır.

Dr. Jeffrey Young, “Reinventing Your Life” adlı kitabında, yeniden ebeveynliğin kişinin kendi içsel kaynaklarını keşfetmesine ve kendini gerçekten sevmesine yardımcı olduğunu vurgular. Bu süreç, kişinin kendi kendine şefkat göstermeyi, sınırlar koymayı ve duygusal olarak dengeli bir yetişkin haline gelmeyi öğrenmesini sağlar.

Unutmayın, herkes kendi içinde sağlıklı bir ebeveyn sesi geliştirebilir; bazen sadece biraz rehberliğe ihtiyaç duyarız.





Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

ÖNLEMEYE ÇALIŞMAK

‘Ya Şöyle Olursa, OLMASIN!’


Önleme davranışları, genellikle belirsizlik, endişe veya kontrol kaybı gibi duygusal tepkilerin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Danışanlarımın paylaştığı deneyimler, bu davranışların genellikle stresle başa çıkmak için bir yol olarak kullanıldığını bana gösterdi.

Önleme davranışları genellikle belirli bir düzen veya ritüel etrafında şekilleniyor. Bu davranışları gerçekleştirmek için belirli bir sırayı veya rutini takip ediyor olabilirsiniz. Örneğin, her sabah işe gitmeden önce ofis çantanızı kontrol etme alışkanlığınız var ise, bu ritüeli gerçekleştirmediğinizde kendinizi huzursuz hissedebilirsiniz.

Önleme davranışları kısa vadede kişiyi rahatlatabilir veya stresi azaltabilir gibi görünse de, uzun vadede sorunlara yol açabilir. Danışanlarımın birçoğu, bu davranışların zamanlarını ve enerjilerini tüketebildiğini, normal yaşamlarını engelleyebildiğini fark etti. Sürekli olarak sağlık endişeleriyle ilgili Google’da arama yapma alışkanlığınız var ise bu davranışın aslında endişe ve panik ataklarını tetiklediğini de fark edebilirsiniz.


Önleme davranışları, herkesin hayatında farklı bir şekilde ortaya çıkabilir ve bireyin kişisel deneyimleriyle şekillenir.

  • Evden çıkarken veya eve geldiğinde kapıyı birkaç kez kontrol etme alışkanlığı. Bu davranış, güvenlik endişeleri veya kapının kilitli olduğundan emin olma ihtiyacından kaynaklanabilir.
  • Günlük aktiviteler için detaylı kontrol listeleri hazırlama ve her adımı tamamladıktan sonra rahatlama. Bu, iş veya okul gibi yoğun dönemlerde kontrol hissini artırabilir.
  • Mikroplardan kaçınmak için sık sık elleri yıkama alışkanlığı. Özellikle pandemi döneminde bu davranış daha da yaygın hale geldi.
  • Sağlık endişeleri, seyahat planları veya sosyal etkinlikler hakkında sürekli internet araştırması yapma. Bu, kontrol hissini artırma ve bilgi sahibi olma isteğinden kaynaklanabilir.
  • Her detayın mükemmel olması için aşırı çaba gösterme ve sürekli olarak kendini kontrol etme. Bu davranış, kendi beklentileri karşılamak veya başkalarının beklentilerini karşılamak için kullanılabilir.
  • Ev veya çalışma alanlarını aşırı derecede düzenli ve temiz tutma alışkanlığı. Bu, çevresel kontrol hissini artırabilir ve düzensizlikten kaynaklanan stresi azaltabilir.
  • Vücutta herhangi bir değişiklik veya rahatsızlık hissedildiğinde sürekli doktora başvurma. Bu, sağlık endişeleri ve hastalıkla ilgili korkuları azaltmaya yönelik bir önlem olabilir.

Aldatılmayı önlemeye çalışıyor musunuz? O halde dilerseniz bu yazımı okuyabilirsiniz.

Önleme davranışlarının yaygın bir nedeni, kişinin stresle başa çıkmak, belirsizlikten kaçınmak veya kontrol hissini artırmak için kullanılmasıdır.

  • Stresli bir durumla başa çıkmak için insanlar sık sık önleme davranışlarına başvurabilirler. Örneğin, bir sınav öncesi notları birkaç kez kontrol etmek, bir iş görüşmesi öncesi konuşma yapmak, kusurlarını kontrol etmek gibi.
  • Kontrol hissi, insanların yaşamlarında güvenlik ve güvence hissetmeleri için önemlidir. Bu nedenle, bazı insanlar belirsizlikten ve değişimden kaçınmak için sürekli olarak önleme davranışları sergileyebilirler. Örneğin, bir uçağa binmeden önce uçak bileti ve pasaportu birkaç kez kontrol etmek gibi.
  • Farklı korkular, insanların önleme davranışları sergilemelerine neden olabilir. Örneğin, birisinin hastalık veya ölüm korkusu varsa, sürekli olarak sağlık durumunu kontrol etmek gibi davranışlar sergileyebilirler.
  • Mükemmeliyetçilik, bazı insanların sürekli olarak kendilerini kontrol etmelerine ve mükemmel olmaya çalışmalarına neden olabilir. Bu nedenle, bu insanlar sürekli olarak işlerini kontrol edebilirler, her ayrıntıyı kontrol etmek isteyebilirler ve mükemmeliyetçi bir şekilde yaşamaya çalışabilirler.
  • Bazı insanlar duygusal reaksiyonlarını kontrol etmek için önleme davranışları sergileyebilirler. Örneğin, birisinin öfkesi veya kızgınlığı kontrol etmek için nefes alma egzersizleri yapma veya negatif duyguları bastırmak için yeme alışkanlıklarını kontrol etme gibi.
  • Bazı insanlar, hata yapmaktan veya başarısız olmaktan korktukları için sürekli olarak kendilerini kontrol etmek isterler. Bu nedenle, bu insanlar sürekli olarak işlerini kontrol edebilirler, her ayrıntıyı kontrol etmek isteyebilirler ve mükemmeliyetçi bir şekilde yaşamaya çalışabilirler.

Bu nedenlerden dolayı, insanlar sık sık önleme davranışları sergilerler ve bu davranışların arkasındaki motivasyonu anlamak önemlidir. Bu, insanların neden belirli davranışlar sergilediklerini ve bu davranışların onları nasıl etkilediğini anlamalarına yardımcı olabilir.

Kötü şeyleri önlemek için sürekli olarak önleme davranışları sergileyen insanların bazıları Obsesif-Kompulsif Bozukluk (OKB) olan kişilerdir. OKB, insanların obsesyonlar (sıkça tekrarlayan, engellenemez düşünceler veya dürtüler) ve kompulsiyonlar (obsesyonlarına karşı koymak için yaptıkları tekrarlayıcı davranışlar) yaşadığı bir zihinsel bozukluktur.

Birçok kişi, belirli ritüelleri veya alışkanlıkları tekrarlayarak obsesyonlarını kontrol etmeye veya bastırmaya çalışır. Bunlar, obsesyonlarının ne kadar rahatsız edici olduğunu azaltabilir veya obsesyonlarına karşı koyma yeteneklerini geliştirebilirler. Ancak, bu kompulsiyonlar genellikle kişinin yaşamını etkiler ve onları daha fazla kaygı ve strese sürükler.

Örneğin, bir kişi ellerini sürekli olarak yıkayarak mikroplardan kaçınmaya çalışabilir. Bu, kişinin mikroplardan kaynaklanabilecek hastalık veya enfeksiyon korkusuyla başa çıkma şeklidir. Ancak, bu sürekli el yıkama, kişinin ciltte kuruluk ve tahriş gibi sorunlar yaşamasına neden olabilir. Ayrıca, bu davranış, kişinin sosyal etkinliklerde veya işte başarısız olmasına veya ilişkilerinde sorun yaşamasına neden olabilir.

Bir başka örnek, sürekli olarak odak noktasını kontrol etme alışkanlığıdır. Bu, kişinin kilitli olduğundan ve evde güvende olduğundan emin olma ihtiyacından kaynaklanır. Bu davranış, kişinin evde güvende olduğunu hissetmesine yardımcı olabilir, ancak bu kompulsiyon, kişinin aile üyeleriyle veya ev arkadaşlarıyla sorunlar yaşamasına neden olabilir.

Önleme davranışlarını aşmaya veya değiştirmeye yönelik daha sağlıklı ve etkili bir yaklaşım, bireylerin kendilerini kabul etmeleri, stresle başa çıkmak için daha sağlıklı stratejiler geliştirmeleri ve yaşam kalitelerini iyileştirmeye odaklanmalarıdır. Bu, onları OKB gibi zorluklarla mücadele etmeye daha hazır ve güçlü kılabilir.

Önleme davranışlarını sergileyen kişilerin öncelikle kendilerini ve bu davranışlarını kabul etmeleri önemlidir. Bu, bireylerin stresle başa çıkmak için daha sağlıklı yolları aramalarına ve bu davranışları olumsuz bir şekilde etkilediğini kabul etmelerine yardımcı olabilir.

Bireyler, stresle başa çıkmak için daha sağlıklı stratejiler geliştirebilirler. Örneğin, nefes alma egzersizleri yapmak, meditasyon yapmak, spora katılmak veya hobilerle uğraşmak gibi. Bu, stres seviyelerini azaltabilir ve daha sakin ve dengeli bir zihinsel durum sağlayabilir.

Bireyler, fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarını karşılamak için daha iyi bir öz bakım planı oluşturabilirler. Yeterli uyku almak, dengeli beslenmek, egzersiz yapmak, sosyal bağlantıları sürdürmek ve hobilerle uğraşmak gibi. Bu, genel yaşam kalitesini artırabilir ve zihinsel sağlığı destekleyebilir.

Bir terapistten profesyonel destek almak, bireylerin önleme davranışlarını anlamalarına, nedenlerini keşfetmelerine ve daha sağlıklı başa çıkma stratejileri geliştirmelerine yardımcı olabilir. Psikoterapi, bireylerin kendilerini ve yaşamlarını daha iyi anlamalarına ve daha tatmin edici bir yaşam sürmelerine yardımcı olabilir.

Bu yaklaşımlar, önleme davranışlarından kurtulmanın ve daha sağlıklı ve dengeli bir yaşam sürmenin bir yolunu oluşturabilir. Önleme davranışları genellikle obsesyonlarla ve stresle başa çıkmak için bir yol olarak görülürken, bu yaklaşım, bireylerin kendi stresleriyle daha sağlıklı bir şekilde başa çıkmasına ve daha mutlu ve tatmin edici bir yaşam sürmesine yardımcı olabilir.


Bazen, bu başa çıkma stratejileri önleme davranışlarına dönüşebilir ve uzun vadede bizi daha fazla strese sokabilir. Bu davranışlar, bizi koruduğumuzu hissettirse de aslında stres seviyemizi artırabilir ve yaşam kalitemizi düşürebilir.

Nasıl Başa Çıkabiliriz?

Öncelikle, önleme davranışlarının farkında olmalı ve onların ne zaman ve neden ortaya çıktığını anlamalıyız.

Önleme davranışlarının yerine daha sağlıklı başa çıkma stratejileri geliştirebiliriz. Örneğin, stresli bir durumda derin nefes almak veya gevşeme egzersizleri yapmak.

Önleme davranışlarını hemen bırakmak yerine, adım adım azaltarak kendimize zaman tanıyabiliriz. Örneğin, kapıyı bir kez kontrol etmekle başlayabiliriz ve zamanla bu sıklığı azaltabiliriz.

Eğer önleme davranışları yaşam kalitenizi ciddi şekilde etkiliyorsa, bir uzmandan yardım almayı düşünebilirsiniz. Bir terapist veya psikolog, bu konuda size rehberlik edebilir ve daha sağlıklı başa çıkma stratejileri öğretebilir.

Önleme davranışlarıyla başa çıkmak kolay olmayabilir, ancak farkındalık ve istekle, bu alışkanlıkları değiştirebiliriz. Unutmayın ki herkesin yaşamında zorluklarla başa çıkmak için farklı yolları vardır ve önemli olan kendimize en uygun olanı bulmaktır.

Önleme davranışlarının önlenebilir olup olmadığına dair kesin bir yargıda bulunmak zordur. Bu, kişinin ne kadar istekli olduğuna, alışkanlıklarının kökenine ve onunla ilgili altta yatan nedenlere bağlıdır. Ancak, psikiyatristler ve psikoterapistler, önleme davranışlarının anlaşılabilir ve yönetilebilir olduğunu düşünmektedirler.

Carl Jung, “Bilinçaltında, kişinin gerçek özlemlerinden ve korkularından ziyade, toplumsal standartların belirlediği beklentilere yönelik bir tepki olarak ortaya çıkarlar.” diyerek önleme davranışlarının yaygın olduğunu ve insanların genellikle toplumun beklentileri ve normları doğrultusunda hareket ettiğini belirtmiştir. Bu, önleme davranışlarının sadece bireyin içsel dünyasından kaynaklanmadığını, aynı zamanda toplumsal ve kültürel etkilerin de bir rol oynadığını gösterir.

Önleme davranışlarıyla başa çıkmak için gereken yaklaşım, kişinin kendine özgü durumuna ve gereksinimlerine bağlı olarak değişebilir. Bu nedenle, önleme davranışlarına yaklaşımın kişiselleştirilmiş bir şekilde ele alınması ve tedavi planının da buna göre oluşturulması önemlidir.










Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

AĞLAMAK GELİYOR İÇİMDEN

Duygusal İhtiyaç ve Psikolojik İçsel Çözümleme

Birçok kişi zaman zaman, “İçimden ağlamak geliyor” cümlesini kurar. Bu ifade, genellikle yoğun duygusal bir durumun, bazen depresyonun, bazen kaygının, bazen de travmatik bir olayın belirtisi olarak ortaya çıkar.

Bu tür bir duygu, insanın içsel dünyasında biriken, dışa vurulamayan, bastırılan duyguların dışa çıkma çabası olabilir. Peki, bu duygu ne anlama gelir? Ağlamak, neden ihtiyaç duyduğumuz bir eylem olabilir?

Ağlamak ve Duygusal Yük

Ağlamak, insanların duygusal yüklerini ifade etmek için başvurdukları bir savunma mekanizması olabilir. Psikolojik bağlamda, ağlama çoğunlukla bir boşalma, bir rahatlama süreci olarak anlaşılabilir. Ağlama, duygusal bir baskıyı, gerilimi ve sıkıntıyı dışa vurmanın bir yolu olarak kullanılabilir. Bazen yoğun stres, üzüntü, öfke veya hayal kırıklığı gibi duygular birikerek insanı ağlamaya yönlendirebilir.

İçinden ağlamak gelen bir danışanla çalışırken, bu tür duyguların neden biriktiğini ve bu duyguların ne kadar uzun süredir biriktiklerini anlamak benim için oldukça önemlidir. İnsanlar genellikle duygusal ihtiyaçlarını bastırdıklarında, bu duygular bilinçaltında birikir ve sonunda dışa vurum gereksinimi doğurur. Ağlamak, bu birikmiş duygusal yükün boşalması için bir tür çıkış noktasıdır.

Duygulanım Bozuklukları ve Ağlama

Ağlama, genellikle anlık bir rahatlama sağlasa da, bazen daha derin psikolojik durumların belirtisi de olabilir. Bu tür bir kendini ifade genellikle anksiyete, depresyon, travma sonrası stres bozukluğu (TSSB), kayıp ve yas süreçleri veya uzun süreli duygusal baskıların sonucu olarak ortaya çıkabilir.

Depresyonun temel belirtilerinden biri, kişinin kendisini boşlukta hissetmesi ve ağlama isteğiyle sıkça karşılaşmasıdır. Bu, kişinin içsel dünyasında hissettiği umutsuzluk, yalnızlık ve değersizlik duygularının bir yansımasıdır. Depresyon, genellikle kişi için çözülmesi zor gibi görünen duygusal yüklerle gelir ve bu yük biriken duygusal baskıyla, kişi zaman zaman ağlama isteği duyabilir.

Anksiyete bozuklukları da benzer şekilde biriktiğinde duygusal yükü artırır. Kişi, sürekli bir kaygı hali içinde olursa, bu kaygının yaratacağı duygusal baskı da ağlama dürtüsünü artırabilir. Kişi, bir yandan kontrol edemediği bu kaygıyla başa çıkmaya çalışırken, diğer yandan duygusal ifade biçimi olarak ağlamayı deneyebilir.

Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) bir travma sonrası duygusal bozukluklar, kişiyi sürekli olarak geçmişte yaşadığı travmalarla yüzleştiren bir etki yaratabilir. Kişi, eski travmatik anıların tetiklenmesiyle, ağlama dürtüsüne kapılabilir.

Birini kaybetmek, ayrılık veya başka bir önemli kayıp, duygusal anlamda çok yoğun bir durumdur. Kaybın ardından ağlama, kişinin acısını dışa vurmasının ve yas sürecinin bir parçası olabilir.

Psikoterapi Sürecinde Ağlama

Bir danışanın “İçimden ağlamak geliyor” demesi, genellikle seanslarda derinlemesine bir keşfin başlangıcını işaret eder. Bu durum, kişinin duygusal yüklerinin birikmiş olduğunu gösterir ve bunun üzerinde çalışmak, ağlama dürtüsünün nedenini anlamak önemli bir adımdır. Normaldir.

İlk adımım, danışanın hissettiklerini anlamasına yardımcı olmaktır. Çoğu insan, ağlama dürtüsünü belirli bir duyguya bağlamaz, genellikle sadece “bunalım” veya “sıkıntı” gibi genel terimlerle ifade eder. Ancak duyguların daha net bir şekilde tanımlanması, kişinin bu duyguları anlamasına yardımcı olabilir. Burada önemli olan, danışanın içsel dünyasında neyin biriktiğini, hangi duyguların baskın olduğunu fark etmesini sağlamaktır.

“Hangi durumlarda ağlamak geliyor içinden? Kendini nasıl hissediyorsun? Bu duyguyu tanımlayabilir misin?”

Danışanla birlikte ağlamaya neden olan duyguların arkasındaki olayları, düşünceleri veya inançları araştırırız. Kişinin geçmişteki deneyimlerinden gelen travmalar, kayıplar veya uzun süredir bastırılan duygular bu ağlama isteğini tetikleyebilir. Bu süreç, kişinin kendine dair farkındalık kazanmasına olanak tanır. Burada Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT) ya da Psikodinamik Terapi gibi yöntemler devreye girebilir.

“Bu duygunun bir benzerini daha önce hissettin mi? Ne zaman? Neler yaşadığında?”

Ağlama isteği, bir duygusal regülasyon (duygusal denetim) sorununun belirtisi olabilir. Seanslarda, duygusal denetim sağlamak için çeşitli teknikler kullanılabilir. Özellikle, farkındalık ve mindfulness teknikleri, danışanın duygusal yoğunluğuyla sağlıklı bir şekilde başa çıkmasını sağlar. Kişinin duygularını daha sağlıklı bir şekilde ifade etmesi, ağlama dürtüsünü yönetmesine yardımcı olabilir.

“Duygularınızı fark ettiğinizde, bu duyguları bedensel hissiyatlar üzerinden gözlemleyebilir misiniz? Nerelerde yoğunlaşıyorlar?”

Ağlama dürtüsünü sadece bastırmak değil, kabul etmek ve ifade etmek de önemli bir adımdır. Duyguların dışa vurulması, kişinin kendisini rahatlatması açısından sağlıklıdır. Ancak bunun ne zaman, nerede ve nasıl yapılacağı önemlidir. Danışana, duygularını sağlıklı yollarla ifade edebilmesi için uygun mekanizmalar önerilebilir.

Ağlama duygusunun üstesinden gelmek için bazı stratejiler kullanılabilir:

  • Düzenli egzersiz yapmak, yeterli uyku almak ve dengeli beslenmek, duygusal sağlığı destekler.
  • Yazı yazmak, sanatla uğraşmak veya bir güvenilir kişiyle konuşmak, duygusal yüklerin hafiflemesine yardımcı olabilir.
  • Kişinin olumsuz düşüncelerini sorgulaması ve daha dengeli bir bakış açısı geliştirmesi, ağlama dürtüsünü dengelemeye yardımcı olabilir.
Ağlamak, her zaman kötü bir şey değildir; bazen duygusal boşalmanın ve rahatlamanın bir yolu olabilir. Önemli olan, ağlamanın altında yatan duygusal ihtiyaçları tanımak ve bu ihtiyaçlara sağlıklı bir şekilde yanıt verebilmektir.








Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

Doğadan Uzaklaşmanın Bedeli

Günümüzde, özellikle kentleşmenin hızla artması ve teknolojinin hayatımızın her alanına girmesiyle birlikte, doğadan uzaklaşma eğilimi giderek yaygınlaşıyor. Peki, bu durum sadece fiziksel sağlığımızı mı etkiliyor, yoksa zihinsel ve duygusal dengemizi de bozuyor mu?

Doğadan uzaklaşmanın yanı sıra, stresle başa çıkmak, gevşeme teknikleri ve düzenli egzersizin önemi de giderek daha fazla fark ediliyor.


Doğadan Uzaklaşmanın Zihinsel ve Fiziksel Etkileri

“Doğa Eksikliği Bozukluğu” terimi, Richard Louv tarafından 2005 yılında yayınlanan “Ormandaki Son Çocuk: Çocuklarımızı Doğa Eksikliği Bozukluğundan Kurtarmak” kitabında ilk kez kullanılmıştır. Louv, doğadan uzaklaşmanın özellikle çocuklar üzerinde ciddi etkileri olduğunu belirtirken, bu durumun yetişkinler için de geçerli olduğunu vurgular. Peki, doğadan uzaklaşmak bizi nasıl etkiliyor?

Doğa Eksikliği Bozukluğunun Belirtileri:

Duyuların Körelmesi: Doğada zaman geçirmek, duyularımızı aktif tutar. Doğadan uzaklaşma, duyuların kullanımını azaltabilir.
Dikkat Sorunları: Doğada vakit geçirmek, dikkat süresini artırırken, doğadan uzaklaşma dikkat dağınıklığına neden olabilir.
Obezite ve Fiziksel Hastalıklar: Doğada yapılan fiziksel aktivitelerin azalması, obezite ve diğer fiziksel hastalıkların artmasına yol açabilir.
Duygusal ve Zihinsel Sağlık Sorunları: Doğa, stresi azaltır ve ruh halini iyileştirir. Doğadan uzaklaşma, anksiyete ve depresyon riskini artırabilir.

Doğa Eksikliği Bozukluğunu Tersine Çevirmek Mümkün!

Bunun için:
Doğada Zaman Geçirin: Haftada en az birkaç saat doğada yürüyüş yapmak, parklarda vakit geçirmek veya açık havada spor yapmak faydalı olacaktır.
Doğayı Günlük Hayatınıza Dahil Edin: Evinizde bitki yetiştirmek, balkonunuzda küçük bir bahçe oluşturmak veya doğal manzaralara sahip yerlerde çalışmak gibi küçük adımlarla başlayabilirsiniz.
Çocukları Doğayla Buluşturun: Çocukların doğayla iç içe büyümesi, hem fiziksel hem de zihinsel sağlıkları için büyük önem taşır.


Stres, modern yaşamın kaçınılmaz bir parçasıdır. Ancak stresle başa çıkmak, zihinsel ve fiziksel sağlığımızı korumak için kritik bir beceridir. İşte stresle başa çıkmak için bazı etkili yöntemler:

Farkındalık meditasyonu, stresi azaltmak ve anda kalmak için etkili bir yöntemdir. Günde 10-15 dakika boyunca sessiz bir ortamda oturarak nefesinize odaklanabilir ve düşüncelerinizi gözlemleyebilirsiniz.

“Meditasyon yapmak için zaman bulamıyorum, ne yapmalıyım?”
Meditasyon yapmak için uzun saatlere ihtiyacınız yok. Günde sadece 5 dakika ayırarak başlayabilirsiniz. Örneğin, sabah uyandığınızda veya gece yatmadan önce kısa bir meditasyon seansı yapabilirsiniz.

CBT, olumsuz düşünce kalıplarını değiştirmeye yardımcı olur. Stres yaratan düşünceleri belirleyerek, bu düşünceleri daha gerçekçi ve olumlu düşüncelerle değiştirebilirsiniz.

Progresif Kas Gevşetme tekniği kaslarınızı sırayla germe ve gevşetmeyi içerir. Ayaklarınızdan başlayarak kafanıza kadar her kas grubunu 5 saniye gerin ve 10 saniye gevşetin. Bu yöntem, bedensel gerginliği azaltır.

Derin nefes almak, stres anlarında vücudu sakinleştirir. 4-7-8 nefes tekniği gibi yöntemlerle stres seviyenizi düşürebilirsiniz.
“Nefes egzersizleri ne kadar süreyle yapılmalı?”
Nefes egzersizlerini günde 5-10 dakika boyunca yapabilirsiniz. Stresli anlarda ise birkaç dakika boyunca uygulayarak rahatlama sağlayabilirsiniz.

Arkadaşlarınızla ve ailenizle duygularınızı paylaşmak, stresi azaltmanıza yardımcı olabilir. Güçlü bir sosyal destek ağı, stresle başa çıkmada önemli bir rol oynar.

“Sosyal destek bulamıyorum, ne yapmalıyım?”
Sosyal destek bulmak için yeni insanlarla tanışmaya çalışabilirsiniz. Örneğin, hobilerinizi paylaşan gruplara katılabilir veya online topluluklarda yer alabilirsiniz.

Gevşeme, stresle başa çıkmak için en etkili yollardan biridir. İşte günlük hayatınıza dahil edebileceğiniz bazı gevşeme ipuçları:

Doğada yürüyüş yapmak veya açık havada vakit geçirmek, zihninizi sakinleştirir ve stresi azaltır.
“Doğada zaman geçirmek için nereden başlamalıyım?”
Yakınınızdaki parklara veya doğal alanlara giderek başlayabilirsiniz. Hafta sonları doğa yürüyüşleri planlayabilirsiniz.

Meditasyon ve yoga, zihinsel ve bedensel rahatlama sağlar. Günde 10-15 dakika meditasyon yapmak, stres seviyenizi düşürebilir.
“Yoga yapmak için esnek olmam gerekiyor mu?”
Hayır, yoga yapmak için esnek olmanıza gerek yok. Yoga, esnekliği artırmak için yapılan bir uygulamadır. Kendi sınırlarınız içinde hareket edebilirsiniz.

Sakinleştirici müzikler dinlemek, stresi azaltır ve ruh halinizi iyileştirir.
“Hangi tür müzikler dinlemeliyim?”
Sizi rahatlatan herhangi bir müzik türünü dinleyebilirsiniz. Klasik müzik, doğa sesleri veya enstrümantal müzikler rahatlatıcı olabilir.

Sıcak su, kasları gevşetir ve stresi azaltır. Duş alırken derin nefes alarak rahatlamaya çalışın.
“Sıcak duş almak ne kadar süreyle yapılmalı?”
Sıcak duş almak için 10-15 dakika yeterlidir. Daha uzun süre sıcak suda kalmak cildinizi kurutabilir.

Kitap okumak veya resim yapmak gibi aktiviteler, zihninizi stresten uzaklaştırır.
“Kitap okumak için zaman bulamıyorum, ne yapmalıyım?”
Kitap okumak için uzun saatlere ihtiyacınız yok. Günde 10-15 dakika ayırarak başlayabilirsiniz. Örneğin, toplu taşımada veya yatmadan önce kitap okuyabilirsiniz.


Egzersiz, sadece fiziksel sağlığımızı değil, zihinsel ve duygusal iyilik halimizi de olumlu yönde etkileyen çok yönlü bir aktivitedir. İşte egzersizin faydaları:

  • Kalp-Damar Sağlığı: Egzersiz, kalp-damar sistemini güçlendirir ve kan dolaşımını artırır.
  • Kilo Kontrolü: Düzenli egzersiz, metabolizmayı hızlandırarak kilo kontrolüne yardımcı olur.
  • Kas ve Kemik Sağlığı: Egzersiz, kas kütlesini artırır ve kemik yoğunluğunu korur.
  • Stres Azaltma: Egzersiz, stres hormonlarını azaltır ve endorfin salınımını artırır.
  • Depresyon ve Anksiyeteye Karşı Koruma: Düzenli egzersiz, depresyon ve anksiyete semptomlarını hafifletir.
  • Bilişsel Fonksiyonları Artırma: Egzersiz, hafıza ve odaklanma yeteneklerini geliştirir.
  • Egzersiz, uyku düzenini düzeltir ve uyku kalitesini artırır. Düzenli egzersiz yapan bireyler, daha kaliteli bir uyku deneyimi yaşar.

Egzersiz yapmak için uzun saatlere ihtiyacınız yok. Günde 20-30 dakika ayırarak başlayabilirsiniz. Örneğin, işe yürüyerek gitmek veya öğle arasında kısa bir yürüyüş yapmak faydalı olacaktır.

Unutmayın, küçük değişikliklerle bile büyük farklar yaratabilirsiniz. Kendinize ve doğaya zaman ayırmak, daha sağlıklı ve mutlu bir yaşamın kapılarını aralayabilir.

Louv, R. (2005). Last Child in the Woods: Saving Our Children From Nature-Deficit Disorder. Algonquin Books.

Harvard Health Publishing. (2018). Exercising to relax. Harvard Medical School.

American Psychological Association. (2019). Stress relief: The role of exercise in stress management.












Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

‘ANNE OLMAK’ İÇSEL MÜCADELESİ

Hamilelik , Tüp Bebek , Doğum , Lohusa , Emzirmek , Bilmemek , İstememek , Çok İstemek…

Anne olmanın getirebileceği sevinç ve mutlulukla birlikte, içsel mücadeleler de kaçınılmazdır.

Anne olmak istememe, anne olmayı çok isteme veya bilmemekten korkma gibi duygular, oldukça doğal ve yaygın olan duygulardır.

Öncelikle, duygularınızı tanımak ve kabul etmek önemlidir. Kendinizi kötü hissetmenize neden olan duyguları inkar etmeyin. Her duygunun bir sebebi vardır ve bu duyguların geçici olduğunu unutmayın. Duygularınızı güvendiğiniz biriyle paylaşın. Bir yakınınızla veya profesyonel bir ruh sağlığı uzmanı ile duygularınızı konuşmak, duygusal yükü hafifletebilir.

Anne olmak istememe veya anne olmayı çok isteme gibi duyguların altında yatan nedenleri anlamak için seçeneklerinizi araştırın. Kendinize “Neden anne olmak istemiyorum?” veya “Neden anne olmak istiyorum?” gibi sorular sorduğunuzda içsel motivasyonunuz ve endişelerinizle ilgili hangi cevaplar geliyor?

Kendinize karşı anlayışlı olun ve kendi duygularınıza karşı sabırlı olun. Kendinizi eleştirmek yerine, duygularınızı anlamaya çalışın ve kendinizi destekleyin.

Anne olmayı isteme veya istememe kararınızı belirlerken, kendi değerlerinizi ve hedeflerinizi göz önünde bulundurmak bencillik değildir! Ne istediğinizi ve neye değer verdiğinizi düşünmek, kararınızı daha net bir şekilde anlamanıza yardımcı olabilir. Eğer anne olmayı istiyorsanız, doğum ve ebeveynlik konularında bilgi edinmek ve kendinizi hazırlamak önemlidir. Bu, duygusal olarak daha hazır hissetmenize ve belirsizlikten korkmanızı azaltmanıza yardımcı olabilir. Duygularınızı ve ihtiyaçlarınızı açıkça ifade edin. Eğer anne olmayı istemiyorsanız, bunu cesurca ifade etmek önemlidir. Aynı şekilde, anne olmayı çok istiyorsanız, bu isteğinizi paylaşmak ve destek istemekten de çekinmeyin.

Hamilelikte deneyimlenebilecekler hakkında bilgi sahibi olmak önemlidir. Bilgi edinmek, süreçler hakkında daha fazla anlayış geliştirmenize ve kendinizi daha hazır hissetmenize yardımcı olabilir.

Özellikle hamileliğin ilk trimesterinde, sabah bulantıları olarak bilinen mide bulantısı ve kusma sıkça görülür. Bu durum, hamilelik hormonlarının değişimi ve mide boşalma süresindeki yavaşlama ile ilişkilidir.

Hamilelik sürecinde artan hormon seviyeleri ve vücutta yapılan fizyolojik değişiklikler nedeniyle kadınlar genellikle daha fazla yorgunluk hissederler. Özellikle hamileliğin ilk ve son trimesterlerinde yorgunluk daha belirgin olabilir.

Hamilelik ilerledikçe, artan karın boyutu ve vücut ağırlığı sırt ve belde ağrılara neden olabilir. Ayrıca, hamilelik hormonları da bağ dokularını gevşetir ve bel ağrılarına katkıda bulunabilir.

Hamilelik sırasında sindirim sistemi üzerindeki baskı artar ve bu da kabızlık ve hazımsızlık gibi sindirim sorunlarına neden olabilir.

Hamilelik, fiziksel olarak olduğu kadar duygusal olarak da zorlayıcı olabilir. Anne adayları, bebeğin sağlığı, doğum süreci ve ebeveynlikle ilgili kaygılar yaşayabilirler.

Hamilelik sırasında idrar yolu enfeksiyonu riski vardır. Hamilelik hormonları ve artan idrar miktarı, idrar yolu enfeksiyonlarının yayılmasına neden olabilir.

Hamilelik sırasında, rahat bir pozisyon bulmak zorlaşabilir ve sık sık tuvalete gitme ihtiyacı uyku kalitesini azaltabilir. Ayrıca, hamilelik hormonları ve duygusal stres de uyku problemlerine neden olabilir.

Bazı kadınlar hamilelik sırasında kilo alımıyla ilgili endişeler yaşayabilirler. Bununla birlikte, sağlıklı bir hamilelik için ne gerektiği her kadının vücut tipi ve hamilelik öncesindeki kilosuna göre değişiklik gösterebilir.

Bu zorluklar her kadın için farklılık gösterebilir ve her kadın hamileliği farklı şekilde deneyimler. Ancak, düzenli prenatal bakım, sağlıklı beslenme, düzenli egzersiz, stres yönetimi ve uygun dinlenme gibi sağlık önlemleri alarak bu zorluklarla başa çıkabilirsiniz. Ayrıca, herhangi bir endişe veya sorununuz varsa, sağlık uzmanınızla konuşmaktan çekinmeyin.

Tüp bebek, tıbbi bir prosedür olan yardımlı üreme tekniklerinden biridir ve çiftlerin ebeveyn olma şansını artırmak için kullanılır. Çiftlerin, kadınların tüplerinde tıkanıklık, erkeklerde sperm kalitesi problemleri, hormonal dengesizlikler, endometriozis gibi çeşitli nedenlerden dolayı başvurdukları bir seçenektir. Yumurta ve sperm hücrelerinin laboratuvar ortamında döllenmesini ve ardından embriyonun anne adayının rahmine transferini içerir.

Tüp bebek tedavisi süreci, çiftlerde yoğun stres ve anksiyeteye neden olabilir. Tedavinin sonuçları konusundaki belirsizlik, başarısızlık korkusu, tedavi sırasındaki hormonal değişiklikler ve finansal baskılar gibi faktörler stres düzeyini artırabilir. Stres, anksiyete ve depresyon gibi duygusal zorluklar, ilişkide iletişim sorunlarına, uzaklaşmaya veya çatışmalara yol açabilir.

Aile ve toplumun beklentileri, tüp bebek tedavisi sürecinde çiftler üzerinde ek baskı oluşturabilir. Bu beklentiler ve baskılar, çiftlerin duygusal iyilik hallerini etkileyebilir.

Tüp bebek tedavisi sürecindeki psikolojik etkilenmeleri hafifletmek için çeşitli destek ve başa çıkma stratejileri kullanılabilir. Bunlar arasında destek gruplarına katılmak, terapi almak, stres yönetimi tekniklerini uygulamak, sağlıklı yaşam tarzı alışkanlıklarını sürdürmek ve psikolojik destek hizmetlerinden yararlanma gibi seçenekler bulunabilir.

Unutmayın ki tüp bebek tedavisi sürecinde yaşanan duygusal zorluklar oldukça yaygın bir durumdur ve profesyonel yardım almak, bu zorlukların üstesinden gelmede önemli bir adım olabilir.

“Lohusa”

Doğum sonrası dönemde, kadınların hormonal dengesi büyük ölçüde değişir. Özellikle östrojen ve progesteron hormonlarındaki ani düşüşler, duygusal dalgalanmalara ve ruh halindeki değişikliklere neden olabilir. Yeni anne olmanın getirdiği sorumluluklar, bebek bakımıyla ilgili endişeler, uyku eksikliği ve yaşam tarzında meydana gelen değişiklikler gibi faktörler lohusa döneminde anksiyete ve stres düzeylerini artırabilir. Lohusalık döneminde kadınlarda doğum sonrası depresyon (postpartum depresyon) riski artar. Bu durum, yoğun üzüntü, umutsuzluk, değersizlik hissi, uyku ve iştah problemleri gibi belirtilerle kendini gösterebilir.

Lohusalık döneminde kadınlar, annelik rolüne uyum sağlama süreciyle karşı karşıyadır. Bebekleriyle bağ kurma, emzirme, bebeği bakma ve onun ihtiyaçlarını anlama gibi becerileri öğrenme ve geliştirme sürecinde psikolojik zorluklar yaşayabilirler. Lohusalık döneminde sosyal destek almak, kadınların duygusal ve psikolojik iyilik hallerini etkileyebilir. Aile, arkadaşlar ve sağlık profesyonellerinden alınan destek, lohusa kadınların kendilerini daha güvende hissetmelerine ve bu dönemi daha iyi yönetmelerine yardımcı olabilir. Ancak, sosyal izolasyon ve desteksizlik durumunda lohusa kadınlar daha fazla stres ve duygusal zorlanma yaşayabilirler. Yeterli uyku, sağlıklı beslenme, egzersiz, dinlenme ve kişisel zaman gibi öz bakım uygulamaları, kadınların duygusal ve ruhsal iyilik hallerini destekleyebilir.

Lohusalık dönemi, bir kadının hayatındaki büyük bir geçiş dönemidir ve çeşitli duygusal, fiziksel ve psikolojik değişikliklerle birlikte gelir. Bu nedenle, lohusalık döneminde kadınların duygusal ve psikolojik ihtiyaçlarını karşılamak ve desteklemek önemlidir. Profesyonel yardım almak veya sosyal destek sistemlerinden faydalanmak, lohusalık dönemindeki zorlukların üstesinden gelmede yardımcı olabilir.

Dünya Sağlık Örgütü ve T.C. Sağlık Bakanlığı gibi önemli kuruluşlar, ilk altı ayın tamamında anne sütünün bebekler için ideal beslenme şekli olduğunu vurgulamaktadır. Anne sütü, bebeklerin sağlıklı büyümesini ve gelişimini destekleyen birçok önemli besin maddesini içerir ve bağışıklık sistemini güçlendirerek hastalıklara karşı korur. Ancak, emzirme deneyimi her anne için farklıdır ve bazı durumlarda beklenenin dışında gelişebilir. Toplumsal baskılar, beklentiler ve uygunsuz tavsiyeler, anneler üzerinde ek stres yaratabilir ve emzirme sürecini zorlaştırabilir. Bu nedenle, annelerin emzirme kararlarına saygı duyulması ve bu süreci yaşarken desteklenmeleri önemlidir.

Emzirme sürecinde karşılaşılan ağrı veya rahatsızlık hissi, emzirme sırasında bebeğin bağlanma sorunları gibi durumlar annenin duygusal ve psikolojik iyiliğini etkileyebilir, annenin kendini suçlu ve yetersiz hissetmesine neden olabilir. Bu duyguların üstesinden gelmek için, annelerin duygusal olarak desteklenmesi ve güçlü yönlerinin vurgulanması önemlidir. Ayrıca, emzirme kararının alınmasında ve uygulanmasında annenin içgüdülerine güvenilmesi gerektiği unutulmamalıdır. Annenin sağlığı ve mutluluğu da göz ardı edilmemelidir. Bu süreçte hem çevrenin hem annelerin kendilerine saygı duymaları ve kendi ihtiyaçlarını da ön planda tutmaları gerekmektedir.

Herkesin anneler üzerindeki söylemlerinin anneleri yetersiz hissettirmesi veya baskı altında bırakması oldukça yaygın bir durumdur. Bu tür söylemler, annelerin özgüvenini ve kendilerine olan inançlarını zedeleyebilir, duygusal zorluklara ve streslere neden olabilir. İşte bu durumla baş etmek için bazı ipuçları:

Sınırlar Koyun
Kendinizi olumsuz etkileyen söylemlere maruz kaldığınızda, sınırlarınızı belirlemek önemlidir. İhtiyacınız olduğunda, bu tür konuşmaları durdurmak için net ve nazik bir şekilde sınırlarınızı ifade edin.

Kendinizle Olumlu Konuşmalar
Olumsuz dış etkilerle başa çıkmak için içsel konuşmalarınıza dikkat edin. Kendinizi olumlu ve güçlü yönlerinizi hatırlatarak destekleyin. Herkesin hataları ve zayıflıkları olduğunu unutmayın ve kendinizi eleştirmek yerine kendinize nazik olun.

Empati ve Anlayış
Diğer insanların sözlerini kendi kişisel değerlendirmeleriniz olarak almaktan kaçının. Birinin sizi yetersiz hissettiren bir söylemi, genellikle onların kendi içsel savaşlarının bir yansıması olabilir. Empatiyle yaklaşarak, onların neden bu şekilde davrandığını anlamaya çalışın.

Kendinizle Zaman Geçirin
Kendinize zaman ayırmak ve kişisel ihtiyaçlarınızı karşılamak önemlidir. Dinlenmek, egzersiz yapmak, hobilerle ilgilenmek veya sadece sessiz bir ortamda zaman geçirmek, duygusal dengenizi korumanıza yardımcı olabilir.

Başkalarının Beklentileri
Kendinize gerçekçi beklentiler belirleyin ve dışarıdan gelen baskılar yerine kendi beklentilerinize kulan verin.

Herkesin annelik deneyimi farklıdır ve dış etkilerle başa çıkmak da kişiden kişiye değişir. Kendinizi korumak ve duygusal sağlığınıza öncelik vermek önemlidir. Baş etme stratejileri bulmak için zaman ayırın ve kendinizi olumlu bir şekilde destekleyin.

Eğer duygularınızla başa çıkmakta zorlanıyorsanız, bir terapist ile görüşmek faydalı olabilir. Profesyonel destek almak, duygusal olarak daha sağlıklı bir şekilde başa çıkmanıza yardımcı olabilir.















Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

YALAN SÖYLEMEK

Çocukluk döneminde yalan söyleme davranışı sıkça görülebilir. Ancak, bu davranışın gelişimsel bir aşamın normal bir parçası olup olmadığı konusu karmaşıktır. Çünkü, çocuklar genellikle gerçek ve hayal arasındaki sınırları net bir şekilde anlamazlar, bu nedenle kendi yaratıcı dünyalarını gerçek ile birleştirebilirler. Bu durum, masal anlatma ve hayali oyunlar gibi normal gelişim belirtileridir.

3 ila 4 yaşları arasında, çocuklar gerçek ve hayal kavramları arasındaki farkı daha iyi anlamaya başlarlar. Ancak bu dönemde, çocuklar hala gerçekle hayal arasında geçiş yapabilir ve zaman zaman yalan söyleme eğiliminde olabilirler. Bu, çoğu durumda, çocuğun sosyal becerilerini geliştirmeye, kendini ifade etmeye çalışmasına ve çevresiyle etkileşimde bulunmasına yönelik normal bir gelişim aşamasıdır.

Ancak, 5 yaşından sonra çocukların yalan söyleme eğiliminde olmaları durumunda, bu durum daha dikkatlice incelenmeli ve altında yatan nedenler araştırılmalıdır. Özellikle sürekli, bilinçli ve başkalarını kandırmaya yönelik yalanlar, altta yatan sorunları işaret edebilir. Çocuklarda yalan söyleme davranışı genellikle çevresel etmenler, aile dinamikleri, duygusal sorunlar veya gelişimsel sorunlarla ilişkilidir.

Eğer bir ebeveyn, çocuğunun sürekli yalan söyleme eğiliminde olduğunu düşünüyorsa, bu durumu bir çocuk uzmanına veya psikologa danışmak önemli olabilir. Uzmanlar, çocuğun gelişimini değerlendirerek, aile iletişimini anlayarak ve uygun stratejileri önererek yardımcı olabilirler.


İnsanlar arasındaki iletişim, güvene dayalı bir temel üzerine inşa edilmiştir. Ancak, hayatın her alanında karşımıza çıkan yalanlar, bu temeli sarsabilir. Peki, bir kişi neden yalan söyler? Bu kompleks sorunun cevabı, psikolojik, sosyal ve kültürel faktörleri içerir.

Korunma İhtiyacı
İnsanlar, genellikle duygusal olarak zorlandıkları durumlarda veya cezalandırılma korkusuyla karşılaştıklarında yalan söyleme eğilimindedirler. Bu, bireyin kendini koruma içgüdüsünden kaynaklanabilir. Örneğin, bir hata yaptığında ceza almamak veya bir ilişkideki sorunları gizlemek adına yalan söylemek, kişinin kendini koruma refleksidir.

Toplumsal Beklentiler ve Onay Arayışı
Toplumsal normlar, bireylerin davranışlarını şekillendiren önemli bir faktördür. Bir kişi, toplumun beklentilerine uymak, onaylanmak veya olumsuz bir tepki almamak adına yalan söyleyebilir. Toplumun değerleri ve normları, bireyin davranışlarını şekillendirirken, bu baskılar altında bir kişi, gerçekleri çarpıtarak veya gizleyerek toplum tarafından kabul görmeye çalışabilir.

Duygusal Kaçış ve İhtiyaçları Giderme
Bazı durumlarda, insanlar duygusal acıdan kaçmak veya başkalarının beklentilerine cevap vermek adına yalan söyleyebilirler. Bu, kişinin içsel çatışmalarını hafifletme veya duygusal ihtiyaçlarını giderme amacını taşıyabilir. Duygusal bir kaçış yolu olarak yalan söylemek, bireyin kendi duygusal zorluklarından geçici bir süreliğine uzaklaşmasını sağlar.

Kontrol ve Manipülasyon
Bazı insanlar, çevrelerini kontrol etme veya başkalarını manipüle etme amacıyla bilinçli bir şekilde yalan söyleyebilirler. Bu durumda, kişi, başkalarının düşünce ya da davranışlarını etkileyerek kendi çıkarlarını koruma amacındadır. Kontrol arayışı, bireyin çevresindeki olayları şekillendirme ve etkileme arzusundan kaynaklanabilir.

Kendi İmajını Koruma
Bireyler, toplum içindeki statülerini ve itibarlarını korumak adına yalan söyleme eğiliminde olabilirler. İmajlarının zarar görmesini istemeyen kişiler, hatalarını gizlemek veya başkalarına daha olumlu bir ışık altında görünmek için yalan söyleyebilirler.

Yalan söylemenin pek çok nedeni olabilir ve bu nedenler genellikle karmaşıktır. İnsan psikolojisi, sosyal dinamikler ve kültürel faktörler, bireyin yalan söyleme eğilimini etkileyen temel unsurlardır. Ancak, dürüstlüğün ve açıklığın önemi unutulmamalıdır; çünkü sürdürülebilir ve sağlıklı ilişkilerin temeli, güven ve dürüstlük üzerine kuruludur.


DSM-5 (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders – 5th Edition), Amerikan Psikiyatri Birliği tarafından geliştirilen ve psikiyatrik hastalıkların tanısal kriterlerini belirleyen bir kılavuzdur. DSM-5’te, yalan söylemeyi bir bölüm veya hastalık olarak tanımlayan özel bir bozukluk bulunmamaktadır. Ancak, bazı durumlarda yalan söyleme davranışı, belirli psikiyatrik bozuklukların bir belirtisi olarak ortaya çıkabilir. Örneğin, antisosyal kişilik bozukluğu, kişinin toplumsal normlara ve başkalarının haklarına saygı göstermeme eğiliminde olduğu bir durumdur ve bu kişiler yalan söyleme, aldatma ve manipülasyon gibi davranışlarda bulunabilirler. Ancak, yalan söyleme davranışı tek başına bir bozukluğu tanımlamaz; bu davranışın altında yatan nedenler ve diğer belirtiler de değerlendirilmelidir.

Patolojik yalan söyleme “pseudologia fantastica” veya “mitomania” olarak bilinen bir durum vardır. Bu durum, kişinin sürekli olarak yalanlar söyleme eğiliminde olduğu, çoğu zaman bu yalanların gerçekçi olmadığı ve çevresindeki insanları etkileyebilecek büyüklükte olabildiği bir durumu ifade eder. Patolojik yalan söyleme, genellikle bireyin bilinçli bir şekilde yalan söylediği bir durumdan farklıdır. Patolojik yalan söyleyen kişiler, çoğu zaman bu davranışlarını kontrol etmekte zorlanır ve yalanlarını sürdürmek için çeşitli stratejiler kullanabilirler. Patolojik yalan söyleme genellikle altta yatan psikiyatrik bozukluğun belirtisi olarak kabul edilir. Bu durum, kişilik bozuklukları, bipolar bozukluk, obsesif-kompulsif bozukluk gibi çeşitli psikiyatrik rahatsızlıklarla ilişkilendirilebilir.

Bu tür durumlarla ilgili tanı ve tedavi, bir psikiyatrist ve psikolog tarafından yapılmalıdır. Uzmanlar, bireyin durumunu değerlendirecek ve uygun bir tedavi planını önererek kişiye destek olacaklardır.













Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

DUYGU OKUMAYA ÇALIŞMAK

‘tamam bu duyguyu da ben senin yerine üstlenirim’

Çocukluk dönemi, bireyin duygusal ve psikolojik gelişiminin temellerinin atıldığı önemli bir evredir. Özellikle duyguları anlama ve sürdürme çabası gösteren çocuklar, bu süreçte kendilerini ifade etme, empati kurma ve çevreleriyle etkileşimde bulunma konularında önemli beceriler kazanırlar.

Duygusal ifadeleri anlamada daha yetenekli olabilirler. Empati, başkalarının duygusal durumlarını anlama ve bu duyguları paylaşma yeteneği olarak tanımlanır. Duygu okuma çabası, çocuğun empatik yeteneklerini geliştirmesine katkı sağlar.

Sosyal etkileşimlerde daha başarılı olma eğilimindedirler. Duygusal ifadeleri doğru bir şekilde anlamak, çocuğun çevresiyle daha derin bağlar kurmasına ve olumlu ilişkiler geliştirmesine olanak tanır.

Çocukların kendi duygusal durumlarına daha hakim olmalarına yardımcı olabilir. Bu da stresle başa çıkma yeteneklerini geliştirebilir. Duygu okuma sayesinde, çocuklar duygusal zorluklarla başa çıkma stratejileri geliştirmeyi öğrenirler.

Çocuğun bilişsel gelişimine de katkıda bulunabilir. Duygusal ifadeleri anlamak, zihinsel süreçleri harekete geçirir ve çocuğun dikkatini odaklamasına yardımcı olabilir. Bu, öğrenme ve problem çözme becerilerini geliştirebilir.

Çocuğun kendi duygusal dünyasını anlamasına ve bu bağlamda öz bilinç geliştirmesine katkı sağlar. Bu süreç, çocuğun kendi kimliğini keşfetmesine ve benlik saygısını güçlendirmesine yardımcı olabilir.

Duygu okuma, insanların duygusal zekalarını geliştirmelerine yardımcı olan önemli bir beceridir.

İnsanların duygusal durumlarını anlamak için aktif dinleme önemlidir. Karşımızdaki kişiye tam dikkatle kulak vermek, duygusal ipuçlarını kaçırmamızı engeller.

Mimikleri, vücut dillerini ve ses tonlarını doğru bir şekilde okumak, duygu okuma becerisini artırır. İnsanların duygusal ifadelerini doğru bir şekilde anlamak, güçlü bir iletişim kurmamıza olanak sağlar. (Bilişsel çarpıtma hakkında okumak için tıklayınız)

Empatiyi geliştirmek için günlük hayatta küçük egzersizler yapmak le başkalarının yerine kendimizi koyarak düşünmek, duygusal zekamızı güçlendirir.

ANCAK, çocukluk döneminde duygu okuma çabası gösteren bir çocuğun yetişkinlikte alınganlık veya her şeyi üstlenme eğilimi gibi etkilerle karşılaşması da olasıdır.

Çocukluk döneminde duygu okuma çabası gösteren bir çocuk, duygusal ifadeleri doğru bir şekilde anlamaya çalışırken, çevresindeki duygusal durumları hassas bir şekilde algılayabilir. Yetişkinlikte bu durum devam ederse, birey küçük olayları abartabilir, eleştirilere daha duyarlı tepkiler verebilir ve ilişkilerinde daha fazla hassasiyet gösterebilir.

Duygu okuma çabası gösteren bir çocuk, çevresindeki duygusal durumları anlama konusunda gelişmiş bir beceriye sahip olabilir. Ancak, bu durum bazen çocuğun her şeyi üstlenme eğilimine girmesine neden olabilir. Herhangi bir olumsuz durumu çözme veya başkalarının mutluluğu için sorumluluk almak isteyebilir. Bu durum yetişkinlikte, kişinin kendi sınırlarını zorlaması, başkalarının sorumluluklarını üstlenmesi ve bu nedenle aşırı stres altında kalması gibi sorunlara yol açabilir.

Duygu okuma çabası gösteren bir çocuk, çevresindeki insanların duygusal durumlarını anlama konusunda güçlü bir empatiye sahip olabilir. Ancak, bu durum bazen aşırı duygu yüklenimine neden olabilir. Yetişkinlikte, başkalarının duygusal zorluklarına aşırı duyarlılık göstermek ve bu yükü taşımak, kişinin kendi duygusal sağlığını etkileyebilir.










Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

ZOR BİR AİLEDE BÜYÜMEK

Zor bir ailede büyümek, birçok olumsuz etkenin bir araya geldiği, aile içindeki ilişkilerin sağlıksız olduğu, duygusal ve psikolojik zorlukların sıkça yaşandığı bir çocukluk deneyimini ifade eder. Bu deneyim, çocuğun duygusal gelişimini, sosyal becerilerini ve genel yaşam kalitesini önemli ölçüde hem çocukluk hem de yetişkinliğinde etkileyebilir.

“Çocukluğumda ailem arasındaki ilişkiler hiçbir zaman kolay olmadı. Evdeki atmosfer genellikle gergindi ve tartışmalardan geçilmiyordu. Ebeveynlerim arasındaki iletişim kötüydü ve evde hissettiğim güvenlik duygusu neredeyse hiç yoktu.

Bu zorlu atmosfer, beni duygusal olarak da etkiledi. Özsaygım düşüktü, sürekli bir endişe içinde yaşardım. Ayrıca, evdeki bu gergin ortam nedeniyle sosyal ilişkilerimde de zorlanıyordum. Arkadaşlarımla bağlantı kurmakta ve duygusal ihtiyaçlarımı ifade etmekte zorlanıyordum.

Bu zor aile ortamı, benim için birçok olumsuz inanç geliştirmeme neden oldu. Örneğin, başkalarının bana zarar vereceğine dair sürekli bir korku taşıyarak ilişkilerimde güvenmekte zorlanıyordum. Ayrıca, kendime değer vermediğim ve başkalarının saygı göstermeyeceği inancını içselleştirmiştim.

Yetişkinliğe adım attığımda, bu zorlu çocukluk deneyiminin izleri hala üzerimdeydi. Başkalarına güvenmekte, duygusal bağ kurmakta ve kendi ihtiyaçlarımı ifade etmekte güçlük çekiyordum.”

diyorsanız, profesyonel bir ruh sağlığı uzmanı ile her zaman iletişime geçebilirsiniz, pskecemsercan@gmail.com üzerinden bana ulaşabilirsiniz.

Duygusal Zorluklar
Zor bir aile ortamı, çocuğun duygusal sağlığını olumsuz etkileyebilir. Sürekli stres, aile içi çatışmalar, ihmaller veya istismar, çocuğun duygusal dengesizliklere, kaygıya ve depresyona yatkın olmasına neden olabilir.

Sosyal Becerilerde Zayıflık
Zor bir aile ortamında büyüyen çocuklar, sağlıklı sosyal etkileşimler kurma ve sürdürme becerilerinde zayıflık gösterebilirler. Aile içindeki çatışmalar, çocuğun duygusal anlamda kapalı olmasına veya diğer insanlarla ilişkilerde güven sorunları yaşamasına neden olabilir.

Özsaygı Problemleri
Zor bir aile ortamında yetişen çocuklar, kendilerini değersiz veya sevilmeye layık olmayan bireyler olarak görebilirler. Bu durum, özsaygı sorunlarına ve kendine güven eksikliğine yol açabilir.

Akademik Zorluklar
Aile içindeki stres ve çatışmalar, çocuğun okul başarısını etkileyebilir. Dikkat eksikliği, konsantrasyon zorlukları veya öğrenme güçlükleri gibi akademik sorunlar ortaya çıkabilir.

Davranış Sorunları
Zor bir aile ortamında büyüyen çocuklar, duygusal zorluklarından dolayı davranış sorunları geliştirebilirler. Agresiflik, isyan, içe kapanıklık veya başkalarına karşı düşmanlık gibi davranışsal sorunlar ortaya çıkabilir.

Bağlanma Sorunları
Aile içindeki istikrarsızlık, ihmaller veya ayrılıklar, çocuğun güvenli bağlanma ilişkileri kurmasını engelleyebilir. Bu durum, çocuğun yetişkinlikte ilişki sorunları yaşamasına neden olabilir.

Yetişkinlikteki İlişki Kalitesi
Zor bir aile geçmişi, yetişkinlikteki ilişkileri de etkileyebilir. Güven sorunları, bağlanma problemleri ve duygusal zorluklar, romantik, arkadaşlık veya profesyonel ilişkilerde sorunlara neden olabilir.

Unutulmaması gereken önemli bir nokta, bireyin geçmişi ne olursa olsun, destek ve kaynaklara ulaşarak olumlu bir yönde değişim sağlayabileceğidir.

Zor bir aile ortamından kaynaklanan zorlukları fark ettiğinizde, kişiye nasıl yaklaşılacağı önemlidir. Duyarlı ve destekleyici bir tutumla yaklaşmak, kişinin duygusal iyilik halini ve sağlığını güçlendirebilir.

Empatiyle Yaklaşın
Kişinin yaşadığı zorlukları anlamaya çalışın. Ona duygularını ifade etmesi için güvenli bir ortam sağlayın. Empatik bir dinlemeyle, hissettiklerini anlamaya çalışın ve ona destek olduğunuzu hissettirin.

Eleştirici Olmaktan Kaçının
Zor bir aile geçmişiyle başa çıkan bir kişi, genellikle eleştirilere daha hassas olabilir. Bu nedenle, eleştiri yerine destek sunmaya odaklanın. Onu suçlamadan, anlayışla yaklaşın.

Açık İletişimi Teşvik Edin
Kişinin hissetiklerini açıkça ifade etmesine ve düşüncelerini paylaşmasına teşvik edin. Açık iletişim, duygusal yükü azaltabilir ve kişinin içsel dengeyi bulmasına yardımcı olabilir.

Yardım Aramaya Cesaret Verin
Profesyonel yardım almaktan çekinmeyi destekleyin. Bir terapist veya danışman ile görüşmek, zorlukları anlamak ve başa çıkma stratejileri geliştirmek konusunda yardımcı olabilir.

Pratik Yardım Sunun
Eğer kişi günlük yaşamında zorluk yaşıyorsa, pratik yardımla destek olun. Örneğin, ev işlerine yardım etmek, çocuğunuza bakım sağlamak veya günlük sorumluluklarında destek olmak gibi.

Güven ve Güvenlik Sağlayın
Kişiye güvenli bir ortam sağlayın. Ona, duygularını ifade ettiğinde eleştirilmeyeceğini ve destek alabileceğini hissettirin. Güven ortamı, duygusal iyilik halini destekleyebilir.

Zaman Tanıyın
Kişinin kendini ifade etmesi ve sorunlarıyla başa çıkması zaman alabilir. Sabırlı olun ve ona zaman tanıyın. Zorlukların çözümü bir süreçtir ve kişinin kendi hızında ilerlemesi önemlidir.

Kendi Sınırlarınızı Belirtin
Yardım etmeye çalışırken, kendi sınırlarınızı da belirtin. Kişinin sorunlarına tamamen dahil olamayabilirsiniz, ancak destek sunabilir ve yönlendirebilirsiniz.

Bu adımlar, zor bir aile geçmişi ile başa çıkan bir kişiye sağlıklı bir destek sunma konusunda yardımcı olabilir. Ancak, kişi duygusal sıkıntılar yaşıyorsa, profesyonel yardım alması önemlidir.








Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

SINIR KOYMAK VE KORUMAK

Sınır Kavramının Anlamı ve Günlük Hayata Etkisi

Sınırlar, bireylerin sağlıklı bir psikolojik işlevselliği sürdürebilmeleri için önemli bir rol oynar. Sınır, kişinin kendisini ve başkalarını korumasına yardımcı olan bir psikolojik mekanizmadır. Sınır çizme, kişinin duygusal ve fiziksel alanını belirleme eylemini içerir. Bu, kişinin başkalarının davranışlarından etkilenmeden kendi benliğini korumasına yardımcı olabilir.

Sınırların Oluşumu ve Nedenleri

Sınır Nedir?
Sınır, bireyin kişisel alanını, duygusal sınırlarını ve fiziksel sınırlarını belirleyen bir kavramdır. Sağlıklı sınırlar, bireyin kendi ihtiyaçlarını ve sınırlarını diğer insanlara açıkça ifade etmesine ve korumasına olanak tanır. Sınırlar, bireyler arasındaki ilişkilerde dengeyi sürdürmek için önemlidir.

Neden Sınırlara İhtiyaç Duyarız?
Sınırlar, bireylerin duygusal sağlıklarını korumak, ilişkilerinde dengeyi sürdürmek ve kendi ihtiyaçlarına odaklanmak için önemlidir. Sınırların olmaması, kişinin başkalarının duygusal yüklerini taşıması, aşırı sorumluluk alması ve kendi ihtiyaçlarını ihmal etmesine yol açabilir.

Sınırların Oluşumu
Sınırlar, çocukluk döneminde aile dinamikleri, kültürel etkiler ve bireysel deneyimlerle şekillenir. Bu süreç, bireyin sınırlarını belirleme ve ifade etme yeteneğini etkiler.

Herkesin Kendi Bahçesinin Olması
Bu metafor, kişilerin duygusal ve zihinsel alanlarını korumalarını vurgular. Her bireyin kendi duygusal “bahçesini” sürdürmesi, başkalarının duygusal alanlarına müdahale etmeden kendi sınırlarını belirlemesi anlamına gelir. Bu ifade, her bireyin kendi duygusal, zihinsel ve fiziksel alanına sahip olduğunu temsil eder. Bahçe, bireyin kendi yaşam alanını ve kişisel sınırlarını simgeler. Bireylerin kendi yaşamlarını yönetme, duygusal sınırlarını koruma ve başkalarının sorumluluklarına müdahale etmeden kendi alanlarını oluşturma konseptini içerir. Her bireyin kendi bahçesini koruması gerekir. Bu, başkalarının sınırlarına müdahale etmeme ve aynı zamanda kendi sınırlarını belirleme anlamına gelir. Bahçenizi yönetmek, kendi yaşamınızın sorumluluğunu almayı da ifade eder, kendi sorumluluklarınızı üstlenmeye de odaklanmalısınız.

Terapötik Yaklaşımlar

  • Bireyin hangi durumlar karşısında sınırlarını belirleyebileceğini ve başkalarının sınırlarına saygı gösterebileceğini keşfetmesine yardımcı olabilir.
  • Bireye kendi yaşamının yönetimi konusunda sorumluluk almayı öğretebilir.
  • Bireylere, başkalarının bahçelerine müdahale etmek yerine kendi sorumluluklarına odaklanmayı öğretmek önemlidir, bireyin kendi yaşamını kontrol etme gücünü vurgular.
  • Bireyin kendi sınırlarını ve değerini koruma ihtiyacını vurguladığı noktada özsaygıyı artırmaya yönelik çalışmalar yapabilir.
  • Bireye başkalarının sınırlarını anlama ve saygı gösterme becerilerini geliştirmesine yardımcı olabilir. Bu, sağlıklı ilişkiler kurma ve sürdürme sürecini destekler.

CBT ile Sınırları Çalışmak
Bilişsel Davranışçı Terapi (CBT), düşünce kalıplarını anlama ve değiştirme sürecini içerir. Sınırlarla ilgili olumsuz düşünce kalıplarının farkına varmak ve değiştirmek, bireyin sınırlarını daha sağlıklı bir şekilde belirlemesine yardımcı olabilir.

Şema Terapi ile Sınırları Çalışmak
Şema Terapi, temel duygusal ihtiyaçlarımızı anlamamıza ve bu ihtiyaçlara uygun sınırlar koymamıza yardımcı olur. Özellikle geçmiş deneyimlerin şema oluşumunu etkilediği durumlarda, bu terapi bireylere sağlıklı sınırlar kurma becerisi kazandırabilir.

Sınırları sağlıklı bir şekilde korumak, bireyin kendi ihtiyaçlarına saygı göstermesini sağlar, böylelikle diğerleri de saygı göstermesi gerektiğini bilir ve ilişkilerde dengeyi sürdürmeye yardımcı olur. Suistimal, bireyin fiziksel, duygusal veya zihinsel sınırlarının aşılması ve kişinin rızası olmaksızın zarar görmesi anlamına gelir. Sınırlar ise sağlıklı ilişkilerin temelini oluşturur ve kişinin kendi haklarına saygı gösterilmesini sağlar. Bu beceri, kişinin psikolojik sağlığını koruma ve güçlü ilişkiler kurma sürecinde de önemli bir rol oynar.

Fiziksel Suistimal: Kişinin bedensel bütünlüğüne yönelik saldırı veya zarar verme.

Duygusal Suistimal: Kişinin duygusal sağlığını etkileyen, aşağılama, tehdit etme, kontrol etme gibi davranışlar.

Cinsel Suistimal: Kişinin cinsel sınırlarının istismar edilmesi veya rızası olmadan cinsel davranışlara zorlanması.

Maddi Suistimal: Kişinin maddi kaynaklarının kötüye kullanılması veya gasp edilmesi.

Suistimal Edildiğinizi Nasıl Anlarsınız?

  1. Duygusal Belirtiler: Depresyon, kaygı, düşük özsaygı gibi duygusal belirtiler.
  2. Fiziksel Belirtiler: Yaralanma, ağrı, baş ağrısı gibi fiziksel rahatsızlıklar.
  3. İlişki Problemleri: İlişkilerde sürekli sorunlar yaşama, izole olma.
  4. Kontrol Kaybı Hissi: Kişisel hayatınızın kontrolünü kaybetme hissi.
  5. Güven Kaybı: Başkalarına güvenmekte zorlanma, sürekli şüphelenme.

Suistimal İle Başa Çıkmak

Kişisel alanınız, duygusal sınırlarınız ve fiziksel sınırlarınızı tanıyın ve belirleyin. Sınırlarınızı net bir şekilde ifade edin, rahatsız olduğunuz durumları açıkça belirtin. Suistimali kabul etmeme ve sıfır tolerans ilkesini benimseyin. Güvendiğiniz insanlardan destek alın, profesyonel yardım arayın. Bu süreci yönetmek ve duygusal destek almak için bir terapistten yardım alabilirsiniz.

Günlük Hayattan Sınır İhlali Örnekleri

Sınırlarınızın ihlal edildiğini anlamak, duygusal ve fiziksel sağlığınızı korumak için önemlidir. Bu durumu fark ettikten sonra sağlıklı sınırlar koyma becerilerini geliştirmek, kendinizi korumak ve ilişkilerinizi dengelemek için önemlidir.

  • Birisi sürekli olarak sizin kişisel alanınıza girmek, fiziksel sınırları aşmak talebinde bulunuyor
  • Bir iş arkadaşınız sürekli olarak özel hayatınıza dair sorular soruyor.
  • Aile üyeleriniz sürekli olarak sizden zamanınızı akrabalarınız gibi kişilere ayırmanızı istiyor.
  • Bir arkadaşınız sürekli olarak eleştirici ve hakaret edici bir dil kullanıyor.
  • İş yerinde sürekli olarak başkalarının sorumluluklarını üstlenmeniz isteniyor.
  • Kendinizi başkalarının beklentilerine uymak zorunda hissediyor ve kendi değerlerinize aykırı davranıyorsunuz
  • Bir arkadaşınız sürekli olarak sizinle iletişim kurmayı talep ediyor ve mesajlarına anında yanıt vermenizi bekliyor.
  • Bir etkinlikte, biri sürekli olarak sizi konuşmaya zorluyor ve sizinle ilgili kişisel konuları paylaşmanızı bekliyor.
  • Aile üyeleriniz veya arkadaşlarınız sürekli olarak finansal durumunuzla ilgili sorular soruyor.
  • İş yerinde biri sizin işinizi sürekli olarak kontrol etmeye, eleştirmeye çalışıyor.
  • Bir arkadaşınız sürekli olarak sizden yardım etmenizi, bir şeyler yapmanızı istiyor.
  • Bir arkadaşınız sürekli olarak duygusal sıkıntılarını sizinle paylaşmak istiyor ve yükü size yüklüyor.
  • İş yerinde sürekli olarak başkalarının zamanını aşan biri, başkalarının zamanını düşünmeden sürekli olarak taleplerde bulunuyor.
  • Sürekli olarak başkalarının taleplerine evet demek ve kendi ihtiyaçlarını ihmal etmek.

Sağlıklı Başa Çıkma Örnekleri

Sınırları Net Bir Şekilde İfade Etmek
“Bu benim kişisel uzayım ve şu an içinde rahat hissetmiyorum. Lütfen biraz uzaklaşabilir misin?”

Hayır Demeyi Öğrenmek
“Üzgünüm, bu talebi yerine getiremeyeceğim. Ancak başka bir konuda size yardımcı olabilir miyim?”

Duygusal Sınırları Korumak
“Seninle empati kurabiliyorum, ancak şu an bu konuşma bana kendimi iyi hissettirmiyor. Belki daha sonra bu konuda konuşabiliriz.”

Zamanı Etkili Yönetmek
“Şu an için bu talebi karşılayamam, ancak X saatinde buna zaman ayırabilirim.”









Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

EN KÖTÜSÜNE HAZIRLANMALIYIM

Optimist & Pesimist

Martin Seligman’ın teorisine göre, bireyler yaşadıkları olumsuz olayları kontrol edememeleri durumunda öğrenilmiş çaresizlik duygusunu deneyimleyerek kötümser bir bakış açısı geliştirebilirler. Genetik yatkınlık, olumsuz çocukluk deneyimleri, öğrenilmiş çaresizlik, biyolojik etmenler ve kişilik özellikleri pesimistliğin oluşumunda rol oynayabilir. Ayrıca, kültürel ve sosyal faktörler de bu durumu etkileyebilir.

Optimistlere kıyasla, kötümser bireyler olası başarıları göz ardı eder ve olumsuz olaylara odaklanarak stres ve anksiyete düzeylerini artırabilirler. Bu durum, ilişkilerde, iş yaşamında ve genel yaşam memnuniyetinde azalmaya neden olabilir.

Kendisini en kötü senaryolara hazırlamaya çalışan bir kişi genellikle sürekli endişe içinde olup olumsuz planlar yapma eğilimindedir. Riskten kaçınma, aşırı güvenlik önlemleri alma ve geçmişteki olumsuz deneyimlere odaklanma gibi davranışlar sergileyerek olası tehlikelerden kaçınmaya çalışır. Bilgi toplama ve sürekli araştırma yapma çabaları, aşırı bilgi yüküne ve kararsızlığa yol açabilir.

Örneğin;

  • Bir kişi iş görüşmesine giderken, sürekli olarak başarısız olacağını düşünerek, görüşme öncesinde olumsuz senaryoları zihinsel olarak canlandırabilir ve bu nedenle görüşme sürecini olumsuz etkileyebilir ya da iş projesine başlarken sürekli olarak başarısız olacağını düşünerek motivasyonunu düşürebilir.
  • Yeni bir iş fırsatını değerlendirirken, olası başarısızlıklardan kaçınmak adına mevcut işinde kalmaya karar verebilir.
  • Evde ve işte sürekli olarak güvenlik önlemlerini kontrol etme ihtiyacı hissedebilir. Kapıları ve pencereleri sık sık kontrol etme, alarm sistemini aşırı kullanma gibi davranışlar sergileyebilir.
  • Geçmiş bir ilişkide yaşadığı olumsuz bir deneyim, yeni ilişkilere temkinli yaklaşmasına neden olabilir.
  • Bir kişi sağlıkla ilgili bir belirti yaşadığında, sürekli olarak internet üzerinden sağlık bilgisi araştırarak, olası teşhisler hakkında aşırı bilgi edinebilir ve bu durum hipokondriak davranışlara yol açabilir.
  • Gelecekteki belirsiz olaylara karşı sürekli endişe duyarak, maddi bir felaket durumu için aşırı miktarda birikim yapma eğiliminde olabilir.

Bir insanın kendisini en kötüye hazırlama eğilimi, genellikle psikolojik, bilişsel ve duygusal faktörlerin bir kombinasyonu tarafından etkilenebilir.

Bazı insanlar, geçmişte karşılaştıkları olumsuz deneyimler sonucunda yaşadıkları sorunları kontrol edemeyecekleri bir şekilde algılarlar. Bu durum, öğrenilmiş çaresizlik olarak adlandırılır. Birey, gelecekteki olaylara hazırlıklı olmak amacıyla kendisini en kötü senaryoya hazırlamaya çalışarak, potansiyel hayal kırıklıklarından kaçınmaya çalışabilir.

Bazı insanlar, olası tehlikelerden kaçınma ve kendilerini güvende hissetme ihtiyacıyla motive olabilirler. Bu durum, evrimsel bir perspektiften bakıldığında, tehlikelere karşı hazırlıklı olmak, hayatta kalma şansını artırabilir. Ancak, modern yaşamda bu eğilim, sürekli endişe ve stres yaratma potansiyeli taşır.

Kimi insanlar, çevrelerindeki olayları kontrol etme arzusuyla motive olabilirler. Kendilerini en kötü senaryoya hazırlamak, bu insanlar için bir tür kontrol sağlama mekanizması olarak görülebilir.

Bazı insanlar, genetik ve çevresel faktörlerin birleşimi sonucunda olumsuz düşünce kalıpları geliştirebilirler. Bu kişiler, olası olumsuz olayları önceden düşünerek, kendilerini koruma amacı güdebilirler. Ancak, bu düşünce kalıpları, genellikle gerçekleşmeyen endişelerin üzerine odaklanarak yaşam kalitesini olumsuz etkileyebilir.

Bazı durumlarda, insanlar kendilerini en kötüye hazırlamayı, gerçekleşmeyen kötü senaryolara odaklanarak duygusal bir denge arayışı olarak görebilirler. Bu, olumsuz olaylara karşı daha az duygusal tepki verme çabasıyla ilişkilidir.

Bu nedenler genellikle birbirine bağlıdır ve bireysel deneyimlere, kişilik yapısına ve çevresel etkenlere bağlı olarak farklılık gösterebilir.

En kötüsüne hazırlanmanın artıları arasında riskten kaçınma, kontrol ihtiyacını karşılama ve duygusal hazırlık bulunabilir. Evrimsel bir avantaj olarak düşünülen bu yaklaşım, olası tehlikelere karşı daha bilinçli bir duruş sergileme ve duygusal denge sağlama potansiyeli taşır. Ancak, bu eğilim aşırıya kaçtığında, sosyal izolasyon, pozitif bir perspektife odaklanma zorluğu, kronik stres, anksiyete ve olumsuz düşünce kalıpları gibi olumsuz etkilere yol açabilir. Bu tür düşünce kalıplarının aşırıya kaçması, bireyin genel yaşam memnuniyetini ve psikolojik sağlığını olumsuz etkileyebilir.

Uzman bir psikolog tarafından uygulanan bilişsel davranışçı terapi gibi terapi yöntemleri, bireye daha sağlıklı düşünce kalıpları geliştirmesinde yardımcı olabilir. BDT, bireyin düşünce kalıplarını tanımasını, sorgulamasını ve olumlu perspektiflere yönlendirmesini hedefler. Pozitif psikoloji yaklaşımları da olumlu duyguları güçlendirme üzerine odaklanır.

”Optimist olmayı seçiyorum”

Optimist olmak, hayata olumlu bir bakış açısıyla yaklaşmayı seçmek anlamına gelir. Bu durum, genellikle bireyin zorlukları aşma, olumlu yanları fark etme ve geleceğe umutla bakma yeteneğini içerir. Optimist olmak, bir tercih ve alışkanlık meselesidir; pozitif değişikliklere adım atmak, genel yaşam kalitesini artırabilir ve olumlu bir perspektife sahip olmayı destekleyebilir.

Bilinçli Farkındalık (Mindfulness)
Kendi düşüncelerinizin ve duygularınızın farkında olun. Olumsuz düşüncelerin farkına varmak, bunlarla yüzleşmek ve daha olumlu düşüncelere yönelmek için bilinçli bir çaba sarf edin.

Olumlu Düşünce Kalıpları Geliştirme
Negatif düşünce kalıplarını olumluya çevirmeye çalışın. Her olumsuz durumu bir öğrenme fırsatı olarak görmeye çalışın ve bu durumdan ne öğrenebileceğinizi düşünün.

Hedef Belirleme ve Başarma
Kendinize gerçekçi ama ulaşılabilir hedefler belirleyin. Bu hedeflere ulaştığınızda, başarılarınızı kutlayarak olumlu bir motivasyon kaynağı oluşturun.

Gratitude Pratiği
Her gün birkaç olumlu şeyi hatırlayarak veya bir günlük tutarak şükran pratiği yapın. Bu, olumlu deneyimlere odaklanmanızı sağlayabilir.

Zorlukları Fırsata Çevirme
Karşılaştığınız zorlukları, bunlardan öğrenme ve gelişme fırsatları olarak görmeye çalışın. Zorluklarla başa çıkmak, kişisel büyüme ve dayanıklılığı artırabilir.

Olumlu Sosyal Bağlantılar
Pozitif ve destekleyici insanlarla vakit geçirin. Sosyal bağlantılar, olumlu bir atmosfer yaratmanıza ve iyimser bir bakış açısını paylaşmanıza yardımcı olabilir.

Geleceğe Odaklanma
Hedeflerinizi belirleyin ve bu hedeflere ulaşmak için adımlar atın. Geleceğe odaklanmak, olumlu bir motivasyon kaynağı olabilir.

Gelişim ve Öğrenme Sürecini Sevme
Hayatın bir süreç olduğunu unutmayın. Hatalardan öğrenmeye ve sürekli olarak gelişmeye odaklanın. Bu, iyimser bir bakış açısını destekleyebilir.












Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

KENDİNE ŞEFKAT, SAYGI VE KABUL

Kendinize Duygusal Bakımın Önemi

Kendine şefkat ve kendini kabul etme, psikolojik ve duygusal iyi olmanın temel taşlarından biridir. Ancak, bu kavramlar sık sık hafife alınır veya göz ardı edilir. Kendine şefkat ve kendini kabul etme eksikliği, bir kişinin günlük hayatında çeşitli belirtilerle kendini gösterebilir.

Kendini kabul etme eksikliği olan kişiler, kendilerini sık sık eleştirirler. Her hata veya eksiklik, içsel eleştiriye yol açar ve bu durum öz saygıyı düşürebilir. Kendini kabul etmekte zorlananlar, mükemmel olma baskısı altında yaşarlar. Her şeyin kusursuz olması gerektiğini düşünürler ve bu nedenle sürekli bir stres ve endişe yaşarlar. Kendini kabul etmeyen kişiler, kendilerini değersiz hissederler. Bu düşük öz saygı, ilişkilerde ve iş hayatında sorunlara yol açabilir. Kendini kabul etme eksikliği, içsel stres ve anksiyetenin artmasına neden olabilir. Bu kişiler, sürekli olarak kendilerini ve davranışlarını sorgularlar, bu da kaygı ve stres düzeylerini artırır. Başkalarıyla olan ilişkilerde zorlanabilirler. Kendilerini yetersiz hissettikleri için sosyal etkileşimden kaçınabilirler.

Kendine şefkat, kendinize nazik, anlayışlı ve sevgi dolu bir tutumla yaklaşma yeteneğidir. Kendine şefkatli olmak, olumsuz duygusal deneyimlerinizi değerlendirme ve kabul etme becerisini içerir. Kendinize acıdığınızda veya hata yaptığınızda kendinizi eleştirmek yerine anlayışlı ve sabırlı bir şekilde kendinizle ilgilenmek anlamına gelir. Kendine şefkatli olmak, stresi azaltabilir, özsaygıyı artırabilir ve genel yaşam memnuniyetini artırabilir.

Kendini kabul etmek, kendinizi olduğunuz gibi kabul etme ve kendinize değer verme sürecidir. Bu, mükemmel olma veya başkaları gibi olma baskısından kurtulmayı içerir. Kendini kabul etmek, özsaygıyı ve özsaygıyı artırabilir, ilişkilerde daha sağlam temeller oluşturabilir ve duygusal refahı artırabilir.

Kendine Şefkat ve Kendini Kabul Etmenin Faydaları

Kendini kabul eden kişiler, daha yüksek öz saygı ve özgüvene sahiptirler. Bu da daha iyi duygusal refah anlamına gelir. Kendine şefkat ve kendini kabul etmek, yaşamın zorluklarına karşı daha dirençli olmanıza yardımcı olabilir. Stresle başa çıkma becerilerinizi geliştirebilir ve duygusal dengeyi korumanıza yardımcı olabilir. Kendini kabul eden bir kişi, daha sağlam ilişkiler kurma yeteneğine sahiptir. Diğer insanlara daha açık, anlayışlı ve sevgi dolu bir şekilde yaklaşabilirler. Kendinizi kabul etmek, sağlıklı ve tatmin edici ilişkiler kurmanıza yardımcı olabilir çünkü siz kendinize değer veriyorsanız, başkalarının da sizi değerli bulma olasılığı daha yüksektir. Kendine şefkatli olmak, stres düzeylerini azaltabilir. Hataları ve zorlukları kabul ederek, stresin olumsuz etkilerini en aza indirebilirler. Kendini kabul eden bir kişi, kendine daha fazla güvenir ve daha iyi kararlar alabilir. Kendi değerini kabul etmek, daha iyi hedefler belirleme ve bunlara ulaşma konusunda motivasyon sağlar. Kendini kabul edenler, kendilerine daha iyi bakma eğilimindedirler. Daha sağlıklı bir yaşam tarzı benimseyebilirler, çünkü kendilerine değer verdikleri için sağlıklarını koruma konusunda daha istekli olurlar.

Nasıl Geliştirilir?
Duygusal tepkilerinizi ve kendinize karşı nasıl davrandığınızı dikkatlice gözlemleyin. Kendinize ne zaman eleştirel olduğunuzu veya kendinizi değersiz hissettiğinizi belirleyin. Hatalarınızı ve eksikliklerinizi kabul edin. Herkes hata yapar ve mükemmel olmak zorunda değilsiniz. Kendinize fiziksel ve duygusal olarak iyi bakın. Sağlıklı beslenme, düzenli egzersiz ve yeterli uyku önemlidir. Kendinize pozitif ve destekleyici bir şekilde konuşun. Olumsuz düşünceleri fark edin ve bunları olumlu ifadelerle değiştirin.

Kendine şefkat ve kendini kabul etme, duygusal sağlığınızı ve yaşam kalitenizi olumlu bir şekilde etkileyebilecek güçlü araçlardır. Kendinize nazik ve sevgi dolu bir şekilde yaklaşarak, daha mutlu, sağlıklı ve tatmin edici bir yaşam sürdürebilirsiniz. Bu süreç, kendinizi keşfetme ve kişisel büyüme yolculuğunuzun önemli bir parçasıdır.

Kendi kendinize şefkat ve kendinizi kabul etme konusunda zorlanıyorsanız, uzman bir psikologdan yardım alabilirsiniz.











Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

SEVDİĞİM BİRİNE NASIL YARDIM EDEBİLİRİM?

Sevdiğiniz birinin ruhsal bir bozukluğa sahip olması, duygusal ve ilişkisel zorluklarla karşılaşmanıza neden olabilir. Bu durumda, anlayışlı, destekleyici ve bilinçli bir yaklaşım benimsemek önemlidir. Ancak, her ruhsal bozukluk farklıdır ve bireyin ihtiyaçları, tecrübeleri ve semptomları farklılık gösterebilir.

  • Empati: Bireyin duygusal durumunu anlamaya çalışın ve ona karşı anlayışlı olun.
  • Destek: Profesyonel yardım almalarına teşvik edin ve gerektiğinde yanlarında olun.
  • Sınırlar: Kendinizi korumak için sağlıklı sınırlar koyun. Ancak, bu sınırları empati ve sevgiyle belirleyin.

Depresyon (Major Depresif Bozukluk)
En az iki hafta boyunca sürekli düşük ruh hali, enerji kaybı, ilgi kaybı gibi belirtilerle karakterizedir. Kişi sürekli bir hüzün içinde, enerjisiz ve ilgisiz hissedebilir. Günlük aktivitelerine katılmakta zorlanır, uyku düzeni bozulur ve konsantrasyon sorunları yaşar.
Empati ve destek önemlidir. Bireyin hissettiklerini anlamaya çalışın ve profesyonel yardım almasına teşvik edin. Ben dili ile duygularınızı konuşabilirsiniz. Günlük yaşam aktivitelerine katılması için teşvik edin, ancak yapamayabileceğini ve bunun normal olduğunu da anlayın.

Anksiyete Bozuklukları
Sürekli endişe, huzursuzluk ve kas gerginliği ile karakterizedir. Sürekli endişe ve belirsizlik hissi yaşayan biri, genellikle gelecekteki olaylar hakkında aşırı düşünceye kapılır.
Sakinleştirici bir ortam sağlamaya çalışın, endişeleriyle ilgili konuşmalarına izin verin. Siz de sakin bir şekilde destek sunun. Derin nefes alma veya meditasyon gibi rahatlatıcı teknikleri denemesine destek olun. Bir ruh sağlığı profesyoneliyle görüşmesi için teşvik edin.

Şizofreni Spektrum ve Diğer Psikotik Bozukluklar
Gerçeklerden kopma, sanrılar ve halüsinasyonlar içerir. Hallüsinasyonlar veya sanrılar yaşayan bir kişi, gerçeklikle ilgili problemler yaşayabilir. Örneğin, hayali bir konuşma veya tehdit algılayabilirler.
Kişiye karşı anlayışlı olun, gerçekliği sakin bir şekilde hatırlatmaya çalışın. Gerçekliği çerçevelemeye yardımcı olun, ancak kişiyi zorlamayın. Olumsuz konuları zorlamadan ele alın ve profesyonel yardım almasına destek olun.

Bipolar Bozukluk
Mani ve depresyon dönemleri arasında dalgalanan bir duygudurum bozukluğudur. Bipolar bozukluğu olan bir kişi, mani dönemlerinde aşırı enerjik, depresif dönemlerinde ise umutsuz hissedebilir.
İyi hissettiği dönemlerde bile profesyonel yardım almasını destekleyin. Olumsuz durumlarla baş etmesine yardımcı olun ve duygusal dalgalanmalarını anlamaya çalışın. İlaç tedavisine uyum sağlamasına yardımcı olun. İletişiminizi güçlendirmeye çalışın.

Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB)
Zorlayıcı obsesyonlar ve bu obsesyonları gidermeye yönelik tekrarlayan kompulsiyonlar içerir. Bir kişi obsesif düşüncelere (örneğin, mikrop korkusu) sahip olabilir ve bu düşüncelerle başa çıkmak için sürekli tekrarlayan davranışlar sergileyebilir (örneğin, sürekli ellerini yıkama). Kişinin endişelerini anlamaya çalışın, ancak bu davranışları tetiklememeye özen gösterin. Tedavi için profesyonel yardım arayışına teşvik edin. Sabırlı olun ve bireyin obsesyonlarına karşı anlayış gösterin.

Unutmayın ki her birey farklıdır, bu nedenle bu öneriler genel bir rehberlik sağlamaktadır. İdeal olan, bireyin bir uzmandan profesyonel yardım alması ve sizin de bu süreçte destekleyici bir rol üstlenmenizdir.












Telif Hakkı Uyarısı:
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

SAĞLIKLI BAĞLANMA

Ebeveyn ve Çocuk Arasındaki Bağ

İnsan yaşamının en temel ve güçlü ilişkilerinden biri, ebeveyn ve çocuk arasındaki bağdır. Bu bağ, çocuğun fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarını karşılayan bakım vereni/verenleri ile kurulur.

Bağlanma Çeşitleri neler?

Güvenli Bağlanma: Güvenli bağlanmış çocuklar, ebeveynlerinin her zaman yanlarında olacağını ve ihtiyaçlarının karşılanacağını bilirler. Bu çocuklar genellikle daha bağımsız, sosyal ve özgüvenli olurlar. Güvenli bağlanma, çocukların duygusal güven duygusu geliştirmelerine yardımcı olur.

Sağlıklı bağlanma, güvenli bağlanma türünü yansıtır. Bu tür bağlanmada, bakım veren ve çocuk birbirlerine güvenirler, duygusal olarak destekleyici ve anlayışlı bir ilişki geliştirirler. Sağlıklı bağlanmış çocuklar, ilişkilerde daha başarılı ve mutlu olma eğilimindedirler.

Kaygılı Bağlanma: Kaygılı bağlanmış çocuklar, ebeveynlerinin davranışlarını tahmin etmekte zorlanır ve çoğunlukla endişeli ve bağımlı olabilirler. Bu bağlanma türünde çocuklar, ebeveynin ilgisini sürekli olarak çekmeye çalışabilirler.

Kaçınmacı Bağlanma: Kaçınmacı bağlanmış çocuklar, ebeveynlerinin yardımına ihtiyaç duymamaya çalışırlar ve genellikle duygusal ifadeleri kısıtlıdır. Bu tür bağlanma, çocukların duygusal yakınlıktan kaçınma eğiliminde olduğu bir ilişki modelini yansıtır.

Anneden Ayrışma
Anne ve çocuk arasındaki ilişki, çocuğun yaşamının temelini oluşturur. Anne ve çocuk arasındaki bağ, emme sürecinden itibaren şekillenir. Bu ilişkinin sağlıklı olması, çocuğun duygusal güvenini artırır ve sosyal ilişkilerini güçlendirir. Anneden ayrışma, çocuğun kendi özgürlüğünü kazanmasına ve ayrı bir birey olarak gelişmesine yardımcı olan önemli bir süreçtir. Bu süreç, çocuğun kendi düşünce ve duygularını ifade etmesine, sorumluluklarını üstlenmesine ve kendi kararlarını vermesine fırsat tanır.

Bağlanma davranışları, çocuğun ebeveynleri / bakım verenleri ile ilişkisini yansıtan önemli göstergelerdir. Bu davranışlar, çocuğun duygusal gelişimini ve gelecekteki ilişkilerini şekillendirebilir. Bu nedenle, anne, baba ya da diğer bakım verenler ve çocuk arasındaki bağın sağlıklı bir şekilde geliştirilmesi ve sürdürülmesi, çocuğun psikolojik ve duygusal ihtiyaçlarının karşılanmasında kritik bir rol oynar.

Güvenli Bağlanma Davranışları

Güvenli bağlanmış çocuklar, bakım verenleri ile göz teması kurmayı severler. Göz teması, duygusal bağın güçlenmesine yardımcı olur ve iletişimi artırır.

Güvenli bağlanmış çocuklar, duygusal dengeyi daha iyi sağlarlar.

Bakım verenlerinden ayrıldıklarında dünyayı keşfetmek için daha rahatlardır, bağımsızlık duyguları gelişmiştir.

Kaygılı Bağlanma Davranışları

Kaygılı bağlanmış çocuklar, bakım verenlerine aşırı bağımlı olabilirler. Sürekli olarak annelerinin yanında kalmak isterler ve ayrılmaktan korkarlar.

Bu çocuklar, ebeveynlerinin davranışlarını tahmin etmekte zorlanır. Bakım verenin duygusal tutarsızlığı, çocukta endişe ve karmaşık duygular yaratabilir.

Kaygılı bağlanmış çocuklar, sık sık duygusal dalgalanmalar yaşayabilirler. Aniden mutlu olabilirlerken, hemen sonra üzüntü veya öfke gösterebilirler

Sürekli olarak ebeveynlerinden onay ve sevgi ararlar. Kendi öz saygıları zayıf olabilir ve dışsal onayı yetişkinliklerinde de sürekli olarak arayabilirler.

Kaçınmacı Bağlanma Davranışları

Kaçınmacı bağlanmış çocuklar, duygusal ifadeleri sıklıkla engellerler. Duvar örmeye eğilimli olabilirler ve bakım verene karşı duygusal olarak mesafe koymaya çalışırlar.

Bu çocuklar, bağımsızlık ve kendi kendine yeterlilik konusunda ısrarcı olabilirler. Yardım istemekten kaçınırlar ve duygusal ihtiyaçlarını bastırmaya eğilim gösterebilirler.

Kaçınmacı bağlanmış çocuklar, duygusal tepkileri sıklıkla sınırlarlar. Ebeveynlerinin yokluğuna veya ayrılmasına karşı sakin görünebilirler, ancak içlerinde duygusal bir uzaklık hissi taşırlar.

Ebeveynlerin davranışları, çocukların bağlanma stillerini büyük ölçüde etkiler. Ebeveyn davranışlarının bağlanma stillerini nasıl etkilediğine dair birkaç örnek:

Güvenli Bağlanma

  • Ebeveynler çocuklarının ihtiyaçlarını düzenli ve duyarlı bir şekilde karşılıyorsa.
  • Ebeveynler sevgi, şefkat ve anlayış göstererek çocuklarının duygusal ihtiyaçlarını karşılıyorsa.
  • Ebeveynler tutarlı bir şekilde sınırlar ve kurallar koyma konusunda adil bir yaklaşım sergiliyorsa.
  • Ebeveynler, çocuklarına güvenilir bir şekilde eşlik edip, onların duygusal dalgalanmalarına anlayışla yaklaşıyorsa.

Kaygılı Bağlanma

  • Ebeveynler sürekli olarak duygusal dalgalanmalar yaşayıp, çocuklarına karşı tahmin edilemez davranıyorlarsa.
  • Ebeveynler ilgi ve sevgiyi koşullu bir şekilde sunuyorlarsa (örneğin, çocuk sadece iyi davrandığında sevilir).
  • Ebeveynler arasındaki ilişkide sürekli çatışma ve belirsizlik varsa, çocuk kaygılı bir bağlanma geliştirebilir.

Kaçınmacı Bağlanma

  • Ebeveynler, çocuklarının duygusal ifadelerini bastırmalarını veya reddetmelerini teşvik ederlerse.
  • Ebeveynler, çocuklarının bağımsızlık ve kendi kendine yeterlilik kazanmalarını ön planda tutarlar, ancak duygusal ihtiyaçlarına fazla dikkat etmezlerse.
  • Ebeveynler, çocuklarına duygusal olarak uzak veya ilgisiz davranırlarsa.

Ebeveyn davranışları, çocuğun bağlanma stilini oluştururken temel bir rol oynar. Ancak önemli bir nokta şudur ki, bağlanma stilleri kesin bir kalıp içinde değildir ve zaman içinde değişebilir. Ebeveynler, çocuklarına duygusal destek ve güven sağlamak için çaba sarf edebilirlerse, çocukların bağlanma stilleri daha güvenli ve sağlıklı bir yöne evrilebilir. Ayrıca, ebeveynler arasındaki ilişkinin de çocuğun bağlanma stilini etkilediğini unutmamak önemlidir.











Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

BU DÜNYAYA ÇOCUK GETİRMEK

Ebeveyn Olma Tercihi & Kaygısı


Bu dönemde çocuk sahibi olmaya yönelik korkular ve görüşler, pek çok çift için oldukça yaygın konuşulan bir konu. Çocuk büyütmek, büyük sorumluluklar ve değişiklikler gerektiren bir deneyim, bu nedenle birçok insan için endişe kaynağı olması çok olağan.

Bazı insanlar, çocuk büyütmek için yeterli yeteneklere sahip olmadıkları konusunda endişe duyarlar. Bu, onların kendi yetileri hakkında bir özgüven eksikliği yaşamalarına neden olabilir. Ancak, çocuk büyütmek, deneyim kazandıkça ve ihtiyaç duyulan becerilerin öğrenilebildiği bir süreçtir.

çocuk sahibi olmak kaygısı

Çocuk sahibi olmanın, bireyin zaman ve özgürlüğünde büyük bir değişiklik yarattığı doğrudur. Bazı insanlar, çocuk sahibi olmanın kariyerlerine, sosyal hayatlarına ve kişisel özgürlüklerine sınırlama getireceğinden endişe ederler. Ancak, çocuk büyütmek, kişisel büyüme, sevgi ve anlam dolu bir deneyim getirebilir. Terapilerde zaman yönetimi ve destek sistemleri hakkında konuşmamız bu endişeleri azaltabiliyor. Çiftlere birlikte planlama yaparak, bireysel zamanlarını ve özgürlüklerini koruyabilecek stratejiler geliştirmelerini öneririm.

Bir çocuğun büyütülmesi, ekonomik olarak pek tabii bir yük oluşturabilmekte. Çiftlerin çocuk sahibi olmadan önce mali durumlarını değerlendirmeleri, bütçeleme yapmaları ve gerekirse destek aramalarını tavsiye ederiz. Araştırmalar, çocukların sağlık, eğitim ve temel ihtiyaçları için mali kaynakların planlanmasının önemli olduğunu göstermektedir. İlk yıllarda bebek bezi, bebek bakımı ürünleri, sağlık masrafları ve eğitim gibi masrafların artması hayatın gerçekleri. Finansal zorluklar, çiftler arasında stres ve çatışmalara neden olan etkenler arasında üst sıralarda. Ancak, doğru bir mali planlama ve bütçeleme stratejisi ile bu endişelerin üstesinden de bir olarak gelinebilir.

Çocuk sahibi olmanın getirdiği geleceğe dair belirsizlikler de bazı insanlar için endişe kaynağı olabilmekte. Ebeveynler, çocuklarının sağlığı, mutluluğu, başarısı ve güvenliği konusunda endişe duyarlar. Bu endişeler normaldir, ancak çocukların büyüme sürecinde onlara destek olma ve onların ihtiyaçlarına cevap verme yeteneğimizin önüne geçmemelidir. Sağlıklı bir ebeveyn-çocuk ilişkisi ve çocuğun güvenli bir ortamda büyümesi için önemli faktörleri seanslarda konuşabiliriz.

çocuk sahibi olmak kaygısı

Çocuk sahibi olmanın, bireyin kendi hayat deneyimlerini yitirmesine neden olabileceği endişesi de seanslarda yaygın gözlemlediğim bir durum. Çocukların bakımı ve büyütülmesi, zaman, enerji ve dikkat gerektiren bir süreçtir. Bu nedenle, bazı insanlar kendi bireysel hedeflerine ve ilgi alanlarına zaman ayıramayacaklarını düşünerek endişeye kapılabilirler. Ancak, çocuk sahibi olmak, yaşamın farklı bir aşamasına geçmek anlamında yeni deneyimlerin kaynağı da olabilir. Çocuğun büyümesiyle birlikte aile içindeki dengeyi bulmak da mümkündür. Yeni bir yaşam aşamasında bireylerin kendi ilgi alanlarına ve hedeflerine zaman ayırmalarının önemini her seans vurgulamaktayım. Araştırmalar gösteriyor ki; ebeveynlerin kendi ihtiyaçlarını da gözetmeleri çocuklarıyla daha iyi ilişkiler kurmalarına yardımcı olmakta.

Bu korkular ve görüşler, bireylerin geçmiş deneyimleri, öğretileri, değerleri ve beklentileriyle şekillenmektedir. Bireyler, bu konuda kendi duygularını ve ihtiyaçlarını açıkça ifade etmeli ve partnerleri/aileleri ile açık bir iletişim kurarak ortak kararlar almalıdır. Bu çatışma anlarını yönetebilmek ve kaynaklarınızı güçlendirmek adına bir ruh sağlığı uzmanından destek almak da önemlidir.

Unutulmamalıdır ki, çocuk sahibi olmak ya da olmamak her bireyin kendi görüşüne saygı duyulması gerekilen bir konudur.











Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

OKUL KAYGISI

Okulun ilk günü çocukların duygusal tepkiler göstermeleri oldukça yaygın bir durumdur. Bu tepkilerin nedenleri farklı olabilir ve ebeveynlerin bu konuda nasıl yaklaşmaları gerektiğine dair bilinçli olmaları önemlidir.

Bazı Çocukların Okulun İlk Gününde Ağlamaları Olası ve Ağlamamak Kadar Normal

Okula gitmek, çocuklar için ayrılmak anlamına gelir ve bu ayrılık kaygısı yaratabilir. Anne ve babalarından ayrılmaktan endişe duyan çocuklar, bu kaygılarını gözyaşlarıyla ifade edebilirler.

Okula yeni başlayan çocuklar için okulun fiziksel ortamı, öğretmenleri ve arkadaşlarıyla tanışmak yeni ve korkutucu olabilir. Bu da endişe ve hüzün yaratabilir.

Bazı çocuklar sosyal durumlarda daha fazla kaygı yaşayabilirler. Okulun ilk günü, yeni insanlarla tanışma ve tanınmadık yüzlerden oluşan bir grup içinde olma durumu, bu çocuklarda ağlamalara yol açabilir.

Öğrenciler için öğretmenin ilgisi ve tutumu çok önemlidir. Eğer bir çocuk öğretmenden olumsuz bir tepki veya ilgisizlik hissederse, bu da ağlamalara neden olabilir.

Daha önceki olumsuz okul deneyimleri veya ayrılık kaygısı yaşamış çocuklar, yeni bir okula başlama durumunda daha hassas olabilirler.

Ebeveynlerin Yaklaşımı Ne Olmalı?

Destek ve Anlayış
Ebeveynler çocuklarının duygusal tepkilerini anlamalı ve desteklemelidirler. Çocuğunuzun bu dönemde daha fazla sevgi ve güvenceye ihtiyacı olabilir.

Hazırlık Süreci
Okula başlamadan önce çocuğunuzu hazırlamak önemlidir. Okulu ziyaret etmek, öğretmeni ve sınıf arkadaşları hakkında bilgi vermek çocuğun daha rahat hissetmesini sağlayabilir.

Güven Vermek
Çocuğunuza, okula gitmenin birçok çocuk için normal bir deneyim olduğunu ve kendisinin de bu deneyimi başarılı bir şekilde atlatabileceğini anlatmak önemlidir.

Olumlu Bir Ortam Yaratmak
Çocuğunuzun okulu olumlu bir şekilde algılamasına yardımcı olun. Okulu, yeni arkadaşlar edinme ve yeni şeyler öğrenme fırsatı olarak tanıtın.

Sabır Göstermek
Ebeveynler, çocuklarının duygusal tepkilerine sabırla yaklaşmalılar. İlk gün ağladıklarında onları teselli etmek ve desteklemek önemlidir.

Kaygı Yaşar İse O An Söylenebilecekler

Okulun güvenli bir yer olduğunu ve öğretmenlerin / diğer yetişkinlerin ona iyi bakacaklarını söyleyebilirsiniz

Çocuğunuzun duygusal tepkilerini anlayışla karşılayın ve onun duygusal deneyimlerini geçerli kabul edin. Ona hissettiği duyguları ifade etme ve paylaşma fırsatı verin.

Okula başlamayı heyecan verici bir macera olarak sunun. Yeni arkadaşlar edinme, yeni şeyler öğrenme ve eğlenme fırsatlarından bahsedin.

Okulun kapısında veya sınıfın kapısında onunla vedalaşırken pozitif ve neşeli bir şekilde davranın. “Okulda harika zaman geçireceksin ve ben senin dönüşünü sabırsızlıkla bekliyor olacağım” gibi olumlu mesajlar verin.

Çocuğunuzun okul hakkında sorular sormasına ve düşüncelerini paylaşmasına fırsat verin. “Okul senin için nasıldı?” veya “Bugün neler öğrendin, seni şaşırtan bilgiler oldu mu?” gibi sorularla onun deneyimini anlamaya çalışın.

Günlük bir rutin oluşturarak çocuğunuza okula gitme sürecini daha öngörülebilir hale getirin. Sabahları aynı sırayla giyinmek, kahvaltı yapmak ve okula gitmek gibi bir rutin oluşturmak çocuğunuzun kendini daha güvende hissetmesine yardımcı olabilir.

Çocuğunuz anaokuluna başlıyor ise ona bir rahatlatıcı nesne vermek, örneğin sevdiği bir oyuncak veya bir mendil, onun okula gitme sürecini daha kolay atlatmasına yardımcı olabilir.

Eğer çocuğunuz ağlıyorsa, onunla duygusal bir şekilde iletişim kurun. “Üzgün olduğunu anlıyorum, ben de bazen bilmediğim şeylerde kaygılanırım ama sonra zamanla alıştığımı fark ederim, her şey zamanla yoluna girer” gibi cümlelerle ona destek olun.

Okulda ne yapacakları hakkında çocuğunuza bilgi verin. Hangi aktivitelerin onu beklediğini açıklamak, okula gitmeyi daha çekici hale getirebilir.

Okulun ilk gününden sonra çocuğunuzun deneyimini sık sık ama boğmadan konuşun. Onun duygusal ve sosyal gelişimini desteklemek için açık bir iletişim sürdürün.

Unutmayın ki her çocuk farklıdır ve ona özgü bazı reaksiyonlar geçici de olabilir. Eğer çocuğunuzun bu tepkileri uzun süre devam ederse veya daha ciddi sorunlar yaşarsa, bir uzmana başvurmak önemlidir. Çocuğunuzun okula uyum sağlaması ve duygusal olarak rahat hissetmesi için zaman ve destek gerekebilir.










Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

İLK GÖRÜŞTE ARKADAŞLIK

Arkadaşlık, insanlar arası ilişkilerin temel taşlarından biri olup, sosyal yaşamın önemli bir parçasını oluşturur. Peki bir kişiyle ilk görüşte arkadaşlık nasıl mümkün olabilir? Bu soruya yanıt bulmak için bilimsel çalışmalar ve araştırmalar ışığında arkadaşlık olgusunu birlikte analiz edelim.

Birçok bilimsel veri ve araştırma, arkadaşlık kurma sürecini etkileyen faktörleri ortaya koymaktadır. Bilimsel araştırmalar, bu faktörlerin arkadaşlık olasılığını şekillendirdiğini göstermektedir. Ancak her arkadaşlık ilişkisi farklıdır ve kişisel dinamiklere dayanır, bu nedenle herkes için tek bir kural veya formül yoktur.

  1. İnsanlar, benzer ilgi alanlarına, değerlere ve kişilik özelliklerine sahip olanlarla daha fazla arkadaşlık kurma eğilimindedirler. Bu teori, arkadaşlıkların temelinde benzerliklerin olduğunu vurgular. Ortak hobiler, tutkular veya yaşam tarzları, bağların oluşmasına katkı sağlar.
  2. Arkadaşlık, güven ve iletişim temeli üzerine inşa edilir. Karşılıklı güven duygusu ve açık iletişim, arkadaşlık kurmayı kolaylaştırır. İyi iletişim becerileri, insanların arkadaşlık ilişkilerini güçlendirmelerine yardımcı olur.
  3. Arkadaşlık, zaman içinde gelişen bir süreçtir. İnsanlar birlikte vakit geçirip deneyimler paylaştıkça, daha yakın ilişkiler kurarlar.
  4. Ortak değerler ve inançlar, arkadaşlık kurarken dikkate alınan önemli unsurlardır. Aynı değerlere sahip olmak, bağların derinleşmesine yardımcı olabilir.
  5. Kişilik uyumu, insanların daha kolay arkadaş olmalarına neden olabilir. Kişilik benzerlikleri, arkadaşlık ilişkilerini güçlendirebilir.
  6. Fiziksel yakınlık, arkadaşlık kurma olasılığını artırır. Aynı çevrede yaşayan veya çalışan kişiler, daha kolay arkadaşlık kurabilirler. İnsanlar, genellikle aynı sosyal ortamlarda bulunan kişilerle daha kolay arkadaşlık kurarlar. Ortak okul, iş veya hobiler gibi sosyal alanlar, arkadaşlık olasılığını artırır.
  7. Duygusal bağlanma, arkadaşlık ilişkilerinin duygusal derinliğini belirler. İnsanlar, birbirlerine duygusal olarak bağlandıklarında, arkadaşlık daha sağlam hale gelir.
  8. Arkadaşlar, sosyal destek sağlama ve stresle başa çıkma konularında önemli roller üstlenirler. Arkadaşlık ilişkileri, insanların duygusal ve psikolojik ihtiyaçlarını karşılayabilir.
  9. Bazı araştırmalar, çocukluk arkadaşlıklarının yetişkinlikteki arkadaşlık ilişkilerini etkilediğini göstermektedir. Çocukluk döneminde oluşan arkadaşlıklar, uzun vadeli bağlantıları şekillendirebilir.

Bu bulgular, arkadaşlık olgusunun karmaşıklığını ve farklı boyutlarını vurgular. Her arkadaşlık farklıdır ve kişisel faktörler, deneyimler ve çevresel etmenler, bir kişinin kimlerle arkadaşlık kuracağını etkiler. Ancak bu araştırmalar, insanların arkadaşlık ilişkilerinin yaşamlarını önemli ölçüde etkilediğini ve insanlar arası ilişkilerin karmaşıklığını daha iyi anlamamıza yardımcı olur.

Arkadaşlığın yararları ve dezavantajları da dikkate alınmalıdır:

  1. Arkadaşlar, duygusal destek sunarak insanların stresle başa çıkmasına yardımcı olabilirler. Zor zamanlarda insanların yanında olmaları, duygusal yükü hafifletir.
  2. Arkadaşlık, insanların sosyal bağlarını güçlendirir. Bu, insanların yalnızlık hissini azaltır ve kendilerini daha ait hissetmelerini sağlar.
  1. Arkadaşlar, insanların özsaygılarını artırabilir ve kendine güvenlerini yükseltebilirler. Olumlu arkadaşlık ilişkileri, kişinin kendini daha değerli hissetmesine yardımcı olabilir.
  2. Arkadaşlarla geçirilen zaman, paylaşılan deneyimlerle doludur. Bu deneyimler, yaşamı daha zengin ve anlamlı hale getirir.
  3. Arkadaşlar, sosyal becerilerin geliştirilmesine yardımcı olabilirler. İnsanlar, arkadaşlarının yanında iletişim becerilerini ve empatiyi geliştirme fırsatı bulurlar.

İyi seçilmiş arkadaşlar, yaşam kalitesini artırabilirken, zararlı arkadaşlıklardan uzak durmak önemlidir.

  1. Bazı insanlar, olumsuz arkadaşlık ilişkileriyle karşılaşabilirler. Bu ilişkiler, kişinin duygusal olarak kötü etkilenmesine ve stres yaşamasına neden olabilir.
  2. Arkadaş grupları, bazen sosyal baskıya neden olabilir. Bu, kişinin grup normlarına uymak zorunda hissetmesine ve kendi değerlerinden ödün vermesine yol açabilir.
  3. Bazı insanlar, arkadaşlıklara aşırı derecede bağımlı hale gelebilirler. Bu, kişinin kendi hayatını kontrol edememesine neden olabilir.
  4. Arkadaşlarla geçirilen zaman, bazen diğer önemli işlere harcanması gereken zamanı azaltabilir. Bu, dengesiz zaman yönetimine yol açabilir.

Olumsuz arkadaşlık ilişkileri ve bu ilişkilerin yarattığı duygusal stres, bireyler için gerçek bir zorluk olabilir. İşte bu tür sorunlarla başa çıkmak için psikolog olarak önerdiğim bazı adımlar:

  1. İlk adım, bu olumsuz arkadaşlık ilişkilerini tanımak ve onların sizin üzerinizdeki etkilerini anlamaktır. Kendinize şu soruları sorun: Bu ilişkiler beni nasıl etkiliyor? Duygusal olarak nasıl hissediyorum?
  2. Kendi sınırlarınızı ve değerlerinizi tanımlayın. Bu sınırları arkadaşlarınıza açıkça ifade edin ve bu sınırlara saygı göstermelerini isteyin. Sizden ödün vermeye veya istemediğiniz bir şeyi yapmaya zorlanmamalısınız.
  3. Bu tür zorlu arkadaşlık ilişkileriyle başa çıkmak için profesyonel yardım almayı düşünün. Bir psikolog ya da psikiyatrist, size duygusal destek sağlayabilir ve bu ilişkilerle başa çıkma konusunda size rehberlik edebilir.
  4. Olumsuz arkadaşlık ilişkilerinin yerine daha sağlıklı, destekleyici arkadaşlıklar kurmaya çalışın. İnsanlarla benzer ilgi alanlarına sahip olduğunuz gruplara katılın veya hobilerinizi paylaşabileceğiniz arkadaşlar edinin.
  5. Kendinizi geliştirme ve özsaygınızı artırma yollarını araştırın. Kendinizi daha iyi tanıdıkça, sağlıklı arkadaşlık ilişkilerini daha iyi seçebilir ve sizi kötü etkileyen ilişkilere daha az ihtiyaç duyarsınız.
  6. Arkadaşlarınızla geçirdiğiniz zamanı, diğer önemli işlerle dengelemeye çalışın. Bir zaman çizelgesi oluşturarak, iş, aile, kişisel bakım ve arkadaşlık gibi farklı alanlara dengeli zaman ayırın.
  7. Kendinize iyi bakmak, duygusal dayanıklılığınızı artırabilir. Sağlıklı bir yaşam tarzı benimseyin, düzenli egzersiz yapın, dengeli beslenin ve yeterince uyuyun.
  8. Kendinizi eleştirmek yerine kendinizi kabul edin. Herkes hatalar yapabilir ve olumsuz ilişkilere düşebilir. Önemli olan, bu deneyimlerden öğrenmek ve kendinizi geliştirmektir.
  9. Aile üyeleri, diğer arkadaşlar veya topluluk destek grupları gibi destek ağlarından faydalanın. Sizi destekleyen insanlarla vakit geçirmek, olumsuz arkadaşlık ilişkilerinin oluşturduğu stresi azaltabilir.

Herkesin yaşamı boyunca olumsuz arkadaşlık ilişkileriyle karşılaşabileceğini unutmayın. Bu deneyimlerden öğrenmek ve kendinizi güçlendirmek önemlidir. Eğer bu ilişkiler sizin için gerçek bir sıkıntı haline gelirse, profesyonel yardım almak her zaman iyi bir seçenek olabilir.











Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

DEPREM

Deprem, fiziksel hasarın ötesinde psikolojik etkilere de yol açan bir doğal afettir. Travma sonucunda kişilerde stres, korku, çaresizlik ve kaygı gibi duygusal tepkiler görülebilmektedir. Depremin ardından insanlar yaşadıkları yerde güvende hissetmekte zorlanabilirler. Güvenli alan kaybı, kişilerin güvendikleri yerlerin artık güvende olmadığına dair duygusal bir algı oluşturabilir.

Travma sonrası iyileşme süreci, bireyden bireye farklılık gösterecektir. Ancak, travmanın etkilerini hafifletmek ve geçişini kolaylaştırmak için bazı teknikler kullanmaktayım. Bunlar arasında psikoterapi, EMDR, destek grupları, meditasyon, birlikte derin nefesler alma ve fiziksel aktiviteler yer alabilmekte. Öncelik kişinin yaşadığı duygusal tepkileri tanımlaması ve ifade etmesini kolaylaştırmak, travmanın etkilerini azaltmaya yardımcı olmaktır.

Depremi Çocuklara Anlatabilirim
Depremin çocuklara anlatılması, onların yaş ve gelişim düzeyine uygun olmalıdır. Duygusal desteğin sağlandığı bir ortamda, basit ve anlaşılır bir dil kullanarak deprem hakkında bilgi verilmelidir. Gerçekleri çarpıtmadan, ancak çocuğun korku düzeyini artırmadan açıklamalar yapmak önemlidir. Çocukların sorularını cevaplarken sabırlı olunmalı ve onların duygusal tepkilerine duyarlılık gösterilmelidir.

Yas Süreci ve Uzamış Yas
Yas süreci, kayıp veya travma sonrasında yaşanan duygusal tepkilerin zaman içinde değişen bir dizi aşamadan geçmesini ifade eder. Bu aşamalar inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabul şeklinde sıralanır ancak yas süreci bireyden bireye farklılık gösterebilir ve farklı zamansal süreçler gözlenebilir. Uzamış yas, normal yas sürecinin beklenenden daha uzun sürdüğü durumu ifade eder. Profesyonel yardım, yas sürecinde destek sağlamak için önemlidir.

Toplumsal Yas
Toplumsal yas, bir topluluğun veya toplumun geniş bir kesiminin bir olayın veya kaybın etkisi altında duygusal tepkiler göstermesidir. Depremler gibi doğal afetler toplumsal yas süreçlerine yol açabilir. Toplumsal yas, dayanışmayı artırabilir ve insanları bir araya getirebilir. Topluluk desteği ve kaynaklar, toplumsal yas sürecinde önemli bir rol oynayabilir.

Depremin travmatik etkileri ‘çok gerçek’ ancak, uygun bilimsel temelli yaklaşımlar ve duygusal destek ve yönlendirme ile bireyler ve toplumlar bu zorlu süreçlerle başa çıkabiliriz.











Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

TÜKENMİŞLİK (BURNOUT)

”Yıllardır iş yerimde yoğun tempolu çalışmaktayım ve son birkaç aydır tuhaf bir his içindeyim. Sanki yetmiyor. Uzaklaşıyorum. Adeta enerjimin tükendiğini ve artık aynı performansı sergileyemediğimi, hatta sergilemeye mecalimin kalmadığını fark ettim. Motive olamıyorum. Bana neler oluyor?”

Tükenmişlik, hızlı tempolu yaşamlarımızın bir sonucu olarak; özellikle uzun süreli stres, yüksek iş yükü ve duygusal zorlanma gibi etkenlerin bir araya gelmesi ile ortaya çıkan hem zihinsel hem fiziksel hem de duygusal bir tükenme halidir. Tükenmişlik yaşıyorsanız, normalde anlamlı bulduğunuz faaliyetlerde bulunmanın zor olduğunu fark edebilirsiniz.

”Son zamanlarda evde sürekli artan taleplerle başa çıkmaya çalışırken, enerjimin ve motivasyonumun gitgide azaldığını fark ettim. Eşim ve çocuklar beni görmüyor gibi, ya da ben onlara uzaklaştım bilmiyorum, içimden gelmiyor.”

“Tükenmişlik” terimi ilk kez 1970’lerde Herbert Freudenberger ve Christina Maslach tarafından kullanıldı. Bu durumu “duygusal tükenme, düşük kişisel başarı hissi ve duygusal mesafelenme” olarak tanımladılar. DSM-5’e göre, tükenmişlik sendromu genellikle “uzun süreli iş stresine bağlı olarak enerji kaybı, duyarsızlaşma ve azalmış kişisel başarı hissi” ile karakterizedir.

Burn out kişi yaşamına karşı duyarsızlaşır, duygusal olarak uzaklaşır ve motivasyonunu yitirir, başarı hazzı yaşayamaz.

”Son zamanlarda iş yerine gitmekten kaçınmaya başladım, işimi yapmaktan zevk alamıyorum ve bu da genel ruh halimi olumsuz etkiliyor. Evde de hiç bir işi yapmak istemiyorum, mümkün olsa eve de gitmeyeceğim”

Tükenmişliğin pek çok nedeni olabilir.

  • Yoğun iş yükü
  • Düşük destek düzeyi
  • Düşük özerklik hissi
  • İş ile özel yaşam arasındaki dengeyi sağlayamama

    gibi faktörler etkili olabilir.


    Ancak, bazen tükenmişliğin gizli sebepleri de olabilir. Örneğin, içsel değerlerle uyumsuz bir işte çalışmak veya duygusal ihtiyaçların ihmal edilmesi bu duruma zemin hazırlayabilir.

Tükenmişlikle başa çıkmak için;

İlk olarak, öz bakım pratikleri benimsemek önemlidir. Düzenli egzersiz, yeterli uyku ve sağlıklı beslenme tükenmişliği hafifletmeye yardımcı olabilir.

İkinci adım ise duygusal destek almak. Yakın ilişkilerdeki destek, terapi almak veya destek grupları bu süreçte size yardımcı olabilir.

Ne olduğunu anlamak ve ele almak, daha sağlıklı bir yaşam için adım atmaktır. Unutmayın ki tükenmişlik uygun terapi planı ve stratejilerle aşılabildiğinde geçici bir durum olabilir.

‘Hayattan keyif alamıyorum’ diyorsanız okumak için tıklayınız









Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

HAYATTAN KEYİF ALAMIYORUM

Günümüzün hızlı tempolu dünyasında, hayattan keyif alamama durumu birçok insanın yaşadığı bir zorluktur. Ancak bu durumun altında yatan psikolojik boyutlar ve çözüm yolları, psikoloji bilimi sayesinde aydınlatılmıştır. Hayattan keyif alamama durumu herkesin başına gelebilir, ancak bazı faktörler riski artırabilir. Stresli yaşam olayları, travmalar, genetik yatkınlık, kimyasal dengesizlikler gibi etmenler bu durumu tetikleyebilir. Hayattan keyif alamama, genel yaşam kalitesini düşürebilir, iş ve ilişki performansını olumsuz etkileyebilir ve fiziksel sağlığı zayıflatabilir.

Terapinin bu süreçteki rolü büyük önem taşır

Terapi, hayattan keyif alamayan bireyler için önemli bir destek mekanizmasıdır. Bir uzman rehberliğinde yapılan terapi seansları, bireyin duygusal sorunlarını anlamasına ve çözmesine yardımcı olur.

Duygusal Farkındalık Geliştirir: Terapi, bireyin içsel dünyasını anlamasına ve duygusal tepkilerini fark etmesine yardımcı olur. Bu sayede negatif düşünceler ve duygularla başa çıkma becerileri gelişir.

Olumsuz İnançları Değiştirir: Terapi, bireyin kendine dair olumsuz inançlarını sorgulamasına ve bunları olumlu yönde değiştirmesine yardımcı olur. Bu da genel yaşam tatminini artırabilir.

Stres ve Anksiyeteyi Yönetmeyi Öğretir: Terapi, stresle başa çıkma stratejileri ve anksiyete yönetimi konusunda bireye pratik bilgiler sunar. Bu, genel yaşam kalitesini artırmada etkili olabilir.

Bireyler, hayattan daha fazla keyif almak için kendi başlarına da adımlar atabilirler

  • Kişisel ilgi alanları ve hobiler bulmak, yaşamdan keyif almayı artırabilir. Bu aktiviteler, ruh halini olumlu yönde etkileyebilir.
  • Düzenli egzersiz, dengeli beslenme ve yeterli uyku, ruh halini iyileştirebilir. Fiziksel sağlık, zihinsel sağlıkla sıkı bir şekilde bağlantılıdır.
  • Aile ve arkadaşlarla zaman geçirmek, sosyal ilişkileri güçlendirmek ve destek almak hayattan keyif almayı artırabilir.
  • Duyguları ifade etmek ve paylaşmak önemlidir. Günlük yazma, sanatsal ifade veya terapi gibi yöntemler duygusal yükü azaltabilir.

Hayattan keyif alamamanın altında yatan nedenler çeşitlilik gösterebilir ve bireyseldir

Hayattan keyif alamama, depresyon, bipolarite ya da tükenmişlik gibi bir dizi psikolojik rahatsızlığın belirtisi olabilir. DSM-5’e göre, majör depresif bozukluk en az iki hafta süren sürekli düşük ruh hali, ilgi kaybı ve enerji eksikliği gibi belirtilerle tanımlanır. Daha hafif düzeyde keyif alamama, distimi adı verilen bir durumda da görülebilir.

Unutulmamalıdır ki, profesyonel bir ruh sağlığı uzmanından yardım almak gerçek bilgiye ulaşmada ve sağlıklı tedavide önemli bir rol oynar.

İlgili Depresyondayım mı? yazısını okumak için tıklayınız.












Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

HAYATIN ALTÜST OLMASI

Hayatın iniş çıkışları, zaman zaman hepimizi endişelendiren bir konu olabilmekte. Belirsizlikler, kontrolsüzlük hissi ve beklenmedik olaylar karşısında duyulan korku, hayatımızın birçok alanında bizimle. Bu iniş ve çıkışlarla dolu yolculukta, hayatın altının üstünden daha iyi olmadığı ne malum? Belki de altüst olan hayat, bizi yeni başlangıçlarla tanıştırır, içimizdeki gücü keşfetmemizi sağlar ve gelişimimiz için fırsatlar sunar.

Korkunun Altında Yatan Psikolojik Mekanizmalar
Hayatın belirsizlikleri ve değişimlerle dolu olması, insan zihninde korkunun temelini oluşturur. Bu durum, beynimizin tehlikeleri algılayan bir bölümü olan amigdala ile yakından ilişkilidir. Amigdala, evrimsel süreçte hayatta kalma şansımızı artırmak için tehlikeleri tanımamızı ve onlardan kaçınmamızı sağlayan bir beyin kısmıdır.

Ancak amigdala bazen modern dünyada tehlikeli olmayan durumları bile tehdit olarak algılayabilir ve gereğinden fazla tepki gösterebilir. Örneğin, belirsiz bir gelecek, iş kaybı veya ilişki sorunları gibi durumlar amigdalanın tetiklenmesine ve altüst olma korkusuna neden olabilir. İşte bu noktada, başa çıkma mekanizmalarımız ve zihnimizin esnek olması önem kazanır.

Dirençli ve Değişime Uyumlu
Psikolojik dayanıklılık (resilience), stresle başa çıkma yeteneği ve değişime uyum sağlama kapasitesidir. Bu konuda yapılan araştırmalar, esnek insanların hayatın zorluklarıyla daha iyi başa çıktığını ve stresi daha az hissettiğini göstermiştir.

Psikologlar, insanların hayatlarındaki olumsuz olaylar karşısında nasıl daha esnek ve dirençli olabileceklerine odaklanmışlardır. Pozitif psikoloji, kişisel güçlü yanları ve anlam odaklı yaşamı vurgulayarak, olumsuzluklarla baş etme becerilerini güçlendirmeye çalışır. Böylece, hayatın altüst olmasından korkan bireyler, içsel kaynaklarına yönelerek bu zorluklarla daha iyi başa çıkabilirler.

Kendi Yolculuğundasın
Hayatın inişli çıkışlı yollarında ilerlerken, her birimizin kendi yolculuğunu yaşadığını unutmamak önemli. Herkesin hayatında farklı deneyimler, hedefler ve sınavlar vardır. Bir başkasının hayatına özenmek veya onunla kıyaslamak, kendi mutluluğumuzu gölgeleyebilir. Bu tür kıyaslamaların öz saygıyı azaltabileceğini ve hayatın altüst olmasından daha çok korkmamıza neden olabileceğini seanslarımda da gözlemlemekteyim.

Unutmayın ki hayatın altüst olması, aslında büyüme ve dönüşüm için bir fırsattır. İçinde bulunduğunuz durumu kabul ederek, güçlü yönlerinizi kullanarak ve dirençli/esnek bir ruhla yola devam ederek, hayatın iniş çıkışlarını daha iyi yönetebilirsiniz.

Kendi içsel kaynaklarınızı keşfetmek ve değişime uyum sağlamak için kendi terapi yolculuğunuza bir adım atmaya hazırsanız başlayabiliriz’.











Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

ÜÇ YAPRAKLI YONCA ŞANSI

İnanışların Psikolojik Boyutu: Soyutluk, Değişkenlik, Gerçeklik Algısı ve Kehanetler

İnsanlar her zaman şans faktörünün hayatlarında önemli bir rol oynadığına inanmışlardır. Şans kavramı, umut, olumlu düşünceler ve beklentiler ile ilişkilendirilir. Bu bağlamda, dört yapraklı yoncanın şans getirdiğine olan inanç yaygın bir folklorik örnektir. Bu yazıda, şans kavramının tanımı üzerine odaklanarak, dört yapraklı yoncanın neden şans getirdiğine inanıldığına dair teorileri ve bu tarz inanışların insan psikolojisini nasıl etkilediğini birlikte inceleyelim.

Şans, olumlu bir sonuç elde etme olasılığının rastgele faktörlere bağlı olduğu bir kavramdır. Şansın temelinde belirsizlik ve tesadüf yatar. İnsanlar, şansa bağlı sonuçlara dair umut ve olumlu beklentilerle motive olabilirler. Şans, bir olayın veya durumun gelişmesindeki tesadüfi faktörlerden kaynaklanan beklenmedik başarı veya fırsatları ifade eder.

Dört yapraklı yoncanın nadir bulunan bir bitki olduğu bilinir. İnsanlar, nadir ve özel olan şeylerin şans getirdiğine inanma eğilimindedir. Bu nedenle, dört yapraklı yonca eşsizliği ve nadirliği nedeniyle şans sembolü olarak kabul edilir. İnandıkları şeylerin gerçekleşme olasılığını artırdığına inanırlar. Dört yapraklı yonca, yıllar boyunca şans sembolü olarak kabul edilmesiyle insanların zihinlerinde güçlü bir inanç sistemine sahip olmuştur. İnançlar, bizlerin motivasyonunu ve davranışlarını etkileyebilir.

Şansa olan inanç, bireylerin özgüvenlerini de yükseltebilir, şans faktörünün var olduğuna inanarak daha iyimser ve olumlu bir bakış açısı geliştirebilirler. Bu da insanların hem zorluklarla başa çıkmaya daha istekli olmalarını hem de hedeflerine ulaşma konusunda daha fazla çaba sarf etmelerini sağlayabilir.

Stres düzeyimizi azaltabilir ve belirsizlikle karşılaştığımızda şansa güvenerek daha az endişelenme eğiliminde olmamıza yarar. Şans sembollerine odaklanmak sizi de olumsuz duygulardan uzaklaştırarak stresle daha iyi başa çıkmanızı sağlar mı?

Unutmayalım ki, şansın gerçekliği bilimsel olarak kanıtlanmamış bir konudur, bireylerin inanç sistemleri ve kültürel arka planlarına bağlıdır. Herkesin şansa olan inancı farklı olabilir ve her zaman pozitif sonuçlar getireceği garantisi yoktur. Ancak, şansa olan inanç, insanların ruh halini, davranışlarını ve yaşam deneyimlerini etkileyebilecek güçlü bir psikolojik faktördür.

İnanışlar, soyut kavramlar olarak kabul edilir çünkü somut bir gerçekliği doğrudan temsil etmezler. Psikoloji literatüründe, soyut düşünme ve soyut kavramlarla ilişkili olarak bilişsel süreçler üzerine birçok araştırma yapılmıştır. Örneğin, Bargh ve Chartrand’ın (2000) yaptığı bir çalışmada, insanların bilinçaltında aktive olan soyut kavramların (örneğin “yaşlılık” veya “naziklik”) davranışları üzerinde etkili olabileceğini göstermiştir.

İnanışlar zaman içinde değişebilir, bu değişkenlik bilişsel esneklik kavramıyla ilişkilendirilir. Bilişsel esneklik, bireylerin yeni bilgilere dayanarak düşüncelerini değiştirebilme ve esnek davranabilme yeteneğidir. Araştırmalar, insanların yeni deneyimler yaşadıkça inançlarını güncellediğini ve değiştirdiğini göstermektedir (Plous, 1993)

İnsanlar bazen inançlarını gerçeklikle karıştırabilir ve kesin gerçeklik olarak algılayabilirler. Psikolojide, bu fenomen “gerçeklik algısı” veya “inancın gerçeklik sanılması” olarak bilinir. Araştırmalar, insanların zihinsel modellerini gerçek dünyadaki olaylarla uyumlu hale getirmek için çaba gösterdiklerini ve inançlarını kesin gerçek olarak algılayabileceklerini göstermektedir (Johnson-Laird, 1983).

İnanışlar, bazen insanların bedensel deneyimleriyle ilişkilendirilebilir ve fiziksel beden duyumlarına dönüşebilir. Bu durum, somatoform belirti bozuklukları ve nocebo etkisi gibi fenomenlerle ilgili araştırmalarda incelenmiştir. Örneğin, kişi negatif bir inanışa sahip olduğunda vücutta fiziksel semptomlar (örneğin, baş ağrısı veya mide bulantısı) ortaya çıkabilir (Barsky, 2014).

Peki ya gerçekleşen kehanetler? Genellikle doğrulama yanlılığı (confirmation bias) ve selektif hatırlama gibi bilişsel önyargılarla ilişkilendirilir. İnsanlar, kehanetlerin gerçekleştiğini düşündükleri durumları hatırlamaya daha yatkındır ve gerçekleşmeyen kehanetleri kolayca unutabilirler (Nickerson, 1998).

İnanışların soyutluğu, değişkenliği, gerçeklik algısı ve beden duyumuna dönüşmesi gibi konular inanç sistemlerimizi ve bu inançların psikolojik etkilerini anlamak için önemli bir temel oluşturmaktadır. İnançların gerçekliği tamamen bilimsel olarak kanıtlanmış olmasa da, insanların bilişsel süreçlerini, davranışlarını ve algılarını etkileyebilecek güçlü bir etkiye sahip olduklarını gösteren bulguları sizinle paylaşmak istedim. Düşünce ve yorumlarınızı dilediğiniz zaman benimle paylaşmanızdan memnuniyet duyarım.











Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan

AŞKIN ÜZERİMİZDEKİ ETKİLERİ

Havaların ısınmasıyla birlikte insanların daha sosyal hale geldiğini ve aşık olma eğilimlerinin arttığını sizler de fark ediyor musunuz?

Aşk, insanların en temel duygusal deneyimlerinden biri olarak kabul edilir ve yüzyıllardır üzerine birçok araştırma yapılmıştır. Gelibolu Yarımadası’nda çıkan arkeolojik buluntular, aşkın insanlık tarihi boyunca var olduğunu göstermektedir. Peki, aşk nedir?

Yakınlık teorisi, aşkın temelinde insanlar arasındaki duygusal, fiziksel ve sosyal yakınlığın yattığını ileri sürer. İnsanlar, birbirlerine yakın oldukça, duygusal bağlarını güçlendirir ve aşkı deneyimleme olasılıkları artar. Bu teori, aşkın zamanla gelişebileceğini ve uzun süreli ilişkilerde temel bir rol oynadığını göstermektedir.

Bağlanma teorisi ise aşkın temelinde güven ve bağlanma duygusunun yer aldığını öne sürer. İnsanlar, bebeklik döneminde ebeveynleriyle kurdukları güvenli bağlanma ilişkilerini romantik ilişkilerinde de ararlar. Güvenli bir bağlanma stiline çocukluk döneminde sahip olan bireyler, daha sağlıklı ilişkiler kurma eğilimindedir.

Aşkın psikolojik boyutunun yanı sıra, beyin ve hormonlar da aşkı etkileyen faktörler arasındadır. Beyindeki nörotransmitterler, özellikle dopamin, norepinefrin ve serotonin, aşk duygusunu güçlendiren kimyasallardır. Dopamin, ödül ve zevk hissiyle ilişkilendirilirken; norepinefrin, heyecan ve enerjiyi artırır. Serotonin ise duygusal bağlanma ve istikrarla ilişkilendirilir. Bu kimyasallar, aşık olduğumuzda ortaya çıkan heyecan, mutluluk ve bağlanma hissiyle ilişkilendirilir.

Aşk, insanların hayatında büyük bir rol oynar. Ruh halimizi, davranışlarımızı ve sosyal ilişkilerimizi etkiler. Romantik bir ilişkide olmanın psikolojik iyi oluşa katkı sağladığı birçok araştırma tarafından desteklenmiştir. Örneğin, romantik ilişkisi olan bireyler genellikle daha düşük stres seviyelerine ve daha yüksek bir yaşam tatmini düzeyine sahiptirler.

Ergenlik dönemi, duygusal ve sosyal değişimlerin en yoğun yaşandığı dönemdir. Ergenlik kimliklerimizi keşfettiğimiz ve bağımsızlık arayışında olduğumuz zamanlardır. Bu dönemde bireyler romantik ilişkileri deneyimlemek isteme eğilimindedirler. Ergenlik döneminde ‘aşk’ özgüveni artırma, sosyal becerileri geliştirme ve kişisel kimlik oluşumuna katkı sağlama gibi önemli bir rol de oynayabilmektedir. Bu dönemdeki partnerlik ilişkileri genellikle yoğun ve duygusal olabilir, çünkü ergenler duygusal açıdan daha hassas hale gelir.

Yetişkinlik döneminde aşk, romantik ilişkilerin temel bir unsuru olmaya devam eder. Kişinin kendini ifade etme, destek alma, güven duyma ve birlikte büyüme gibi ihtiyaçlarını karşılayabilir. Ayrıca, romantik ilişkilerin yetişkinlerin sağlıkları üzerinde olumlu etkileri olduğu, stres seviyelerini azalttığı ve duygusal refahlarını artırdığı da gözlemlenmiştir.

Aşkın evrimsel boyutunu anlamak için ise evrimsel psikolojiye başvuralım. Aşkın, insanların çiftleşme ve üreme süreçlerindeki evrimsel avantajlardan kaynaklandığını ileri sürerler. Cinsel çekim duygusu, genetik çeşitlilik ve sağlıklı nesillerin üretilmesine katkıda bulunması örneklerdendir.

Aşk, farklı şekillerde ortaya çıkabilir. Sternberg’ün üç bileşenli aşk modeli, aşkı; tutku, bağlılık ve yakınlık olmak üzere üç bileşene ayırır. Tutku ağırlıklı bir aşk, romantik bir ilişkinin başlangıcında yaygınken, bağlılık ve yakınlık ağırlıklı bir aşk, uzun süreli bir ilişkinin temelini oluşturabilir.

Aşkın tam olarak ne olduğunu ve nasıl işlediğini anlamak için daha fazla çalışmaya ihtiyaç var gibi..

Son yıllarda popülerlik kazanan tanışma uygulamaları (dating apps) da aşkın psikolojik boyutunu etkileyen bir faktördür. Bu uygulamalar, insanların daha geniş bir potansiyel partner havuzuna erişmesini sağlar, ancak aynı zamanda ilişkilerin yüzeysel olmasına ve seçeneklerin fazlalığından dolayı kararsızlık yaşanmasına da neden olabilir. Araştırmalar, tanışma uygulamalarının insanların romantik ilişki kurma sürecini değiştirdiğini göstermektedir, ancak bu uygulamaların uzun vadeli ilişkilere olan etkileri hala tartışmalıdır. Farklı cinsel yönelimler ve açık ilişki modelleri aşkın ve ilişkilerin yapısını anlamak için daha fazla araştırma yapmayı gerektirir.

Unutmayın, aşk kişiden kişiye değişen bir deneyimdir ve her birey aşkı farklı şekillerde deneyimleyebilir. Terapide bireysel deneyimlerimizi dikkate almamız gerektiğini sık sık hatırlatırım. Aşkı keşfetmek, biricik bir yolculuktur.











Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan