“Frankenstein” çoğumuzun zihninde korku ve bilimkurgu öğeleriyle yer eden bir hikâyedir muhtemelen, benim için öyleydi… ta ki Netflix’teki Guillermo del Toro’nun 2025 yapımı uyarlamasında karşıma bir canavar hikâyesinden çok bir insanın patolojisinin ona neler yaptırabileceği çıkana kadar.
Victor’un yaratma sürecini gösteren sahneler; bilimsel kontrolden ziyade “kudret gösterisi” hissini verir. Klinik perspektiften baktığımda bu sahneler, yaratıcıda belirgin bir büyüklenmeci motivasyon ve kontrol odaklı narsisistik dil işaretleri taşır. Proje olarak insan üretme arzusu, nesneleştirme ve sorumluluk reddi… Böyle bir tutumun psikodinamiği şu şekilde okunabilir: eğer bir kişi “yaratılan”ı insan olarak değil de başarı/eser olarak görürse, başarısızlık veya beklenen ideal gerçekleşmediğinde empati ve bakım hemen geri çekilir; bu da yaratılanın gelişiminde derin bağlanma yaraları oluşturur.
“Benim hikâyemi dinle”
Yaratığın öz anlatısına izin verilmesi, travma literatüründe travma öyküsünün aktarılmasının iyileştirici yönüne işaret eder. Yaratığın anlatısının filme dâhil edilmesi, izleyiciye “onun perspektifinden bakma” imkânı sağlar; bu seyircide (gözlemci) empati mekanizmasını harekete geçirir.
Travma terapilerinde hikâyenin yeniden anlatılması travmatik deneyimin anlamlandırılması ve kişisel kimliğin onarımı için zemin oluşturur. Filmde yaratığın anlatması, hem kendini tanımlama çabası hem de kurban–fail sınırlarının bulanıklaşması açısından önemliydi. Yaratık hem mağdur hem de tehlike potansiyeli taşıyan bir figürdü.
Yaratığın Victor’ın başucunanda olduğu sahne, terk edilme ve hesap sorma anıdır. Terk edilmiş çocuklar genellikle “neden ben?” sorusunu yöneltir; bu soru, hem kimlik hem de değer algısı üzerinde doğrudan yıkıcı etkiler bırakır. Yaratık yaratıcıdan hem duygusal sorumluluk talep eder hem de reddedilmenin yol açtığı öfkenin doğrudan yansıması görünür. Bu tür yüzleşmelerde öfke, yas ve utanç birbirine karışır — yaratık hem kendi acısını anlatmak ister hem de terk edilmenin hesabını sormak.
‘Seni Affediyorum’
Film, yaratığın toplumla ve yapıyla çatışmasını, kimliğini arayışını ve anlatıya dâhil olma çabasını merkezine koyuyor. Toplumun bize bakışı, davranışlarımızı şekillendirir; travma da yalnızca bireysel değil toplumsal bir üretimdir.
Filmin en kırıcı anı ise yaratığın Victor Frankenstein ile yüzleştiği sahnedir. O an yaratık terk edilmiş bir çocuk gibidir. “Beni neden yarattın? Neden beni sevmedin?” diye sorar. Bu sorular, psikolojik olarak anne-babasından ilgi görmeyen, yok sayılan, değersiz bırakılan bir çocuğun sızlanmasıdır. Frankenstein’ın cevabı yoktur. Çünkü yarattığı varlığa karşı sorumluluk almak yerine kaçmıştır. Onu yarattığı anda terk etmiştir. Bu davranış, narsisistik yapının tipik özelliğidir: eser başarısızsa değersizdir; bağ kurmak, sorumluluk almak ya da empati göstermek gerekmez.

Victor sıradan bir bilim insanı değil;
Egoda yaralanmış, idealize eden ve başarısızlığını kabul etmekte zorlanan bir figür izledim; büyüklenmecilik, kontrol arayışı gibi unsurlar vardı. Bu, yaratılanla kurulan ilişkiyi imkânsız kılar; çünkü bakım alıcı/kaynak ilişkisi yerine yaratıcıların “eserini” koruma/gizleme eğilimi söz konusudur. Bu psikodinamik sıkça gördüğümüz bir örnek: proje/başarı odaklı kişiler ilişkilerde ya ihmalkâr ya da nesneleştirici davranabilir.
Ondan utanırken, sevilmesini kabul edebilir mi?
Tabii ki hayır
Bu film, kimin canavar olduğunu sorgulattı.
Tek başına gözlerini açan bu varlık karşısında gördüğü ilk canlıya elini uzattı, dokunmak istedi, anlaşılmayı bekledi fakat karşılığında yalnızca dehşet ve dışlanma gördü. Bir bebek doğduğu anda nasıl temas isterse, yaratık da aynı ihtiyaçla uzandı; fakat temas yerine reddedilme ile karşılaştı. Bu sahne, psikolojideki “ilk bağlanma travması”nın sinematik karşılığıydı diyebilirim. Sevgi yerine korkuyla karşılaşan her varlık gibi, o da dünyayı tehdit dolu bir yer olarak kodladı.
Daha sonra laboratuvardan kaçmak zorunda kaldı. Bu kaçış bir saldırganlık değil, çok temel bir hayatta kalma refleksiydi. İlk önce güvenli bir alanda olmadığını anladı, daha sonra güvenilir bir ses için bağırdı, ancak kimse yoktu. Travma yaşayan bir insan da aynı şekilde kaçar, saklanır, uzaklaşır. Toplum ise davranışa bakarak onu tehlikeli sayar. Oysa davranışın altında farklı bir gerçek vardır: “Tehlikedeyim.”
Dış dünyaya çıktığında insanlar onu görünüşü nedeniyle korkunç buldu. Kimse konuşmasını, niyetini, acısını ve hatta ne olduğunu anlamaya çalışmadı. Onu yalnızca bir tehdit olarak gördüler. Bu, ötekileştirmenin en acı şekliydi. Farklı olduğu için nişan alınan, kovulan ve yok edilmesi gereken biri. Toplumun ona verdiği her tepki, onda yeni bir yara açacaktı. Böylece masum ve meraklı bir zihnin içine öfke birikmeye başladı. Film burada çok önemli bir psikolojik gerçekle yüzleştirdi: İnsan, sürekli reddedilir ve yalnız bırakılırsa, zamanla karanlığa yönelir.

Kör adam ise onun yüzünü görmez, bu nedenle korkmaz ya da yargılamaz. Yaratığa yemek verir, konuşur, dinler. Bu, yaratığın ilk kez sevildiği, kabul edildiği ve insan gibi davranıldığı andır. Onun öğrenmeye açık, duyarlı ve iyi yürekli bir tarafı olduğu görülür. Koşulsuz kabul edildikçe sakinleşir, şefkat gösterir, insanlaşır. Psikolojik açıdan bu sahne çok değerlidir çünkü travmanın panzehirinin sevgi ve güven olduğunu gösterir. Fakat bu umut kısa sürer. Travma tekrar eder. Travma tekrarlandığında, iyilik yerini umutsuzluğa, umutsuzluk da saldırganlığa bırakır.
‘Kurt insandan nefret etmiyor, sadece farklılar’
Film, sonunda bize şu gerçeği gösterir: Yaratığın canavarlaşması, doğasının sonucu değil, insanların ona öğrettiği bir davranıştır. Defalarca dışlanan, aşağılanan, saldırıya uğrayan ve sevilmeyen bir ruh, zamanla kabuk bağlar. Kabuk sertleştikçe içindeki yaralılık karanlığa dönüşür. Bu yüzden Frankenstein bir korku hikâyesi değil, bir toplumsal ayna gibidir. Bizden farklı olana gösterdiğimiz nefretin, onu nasıl dönüştürdüğünün hikâyesidir. Sevgi verilmediğinde insan kırılır; ama sürekli kırılan insan sonunda kırmaya başlar.
“Bizden değilsen, bizden uzak dur.”
“Anlamaya çalışmaya vaktim yok; korkuyorum.”
“Farklıysan tehlikelisin.”
Filmin en çarpıcı mesajı bence şuydu: Canavar, gördüğümüz yüz değildir. Canavar, sevgisizliğin, ihmalin, korkunun ve önyargının sonucudur. Frankenstein’ın yaratığı bir canavar değildi; ama herkes ona bir canavar gözüyle baktı. Zamanla o da kendine gösterilen şey olmaya başladı. Çünkü insan nasıl muamele görüyorsa, eninde sonunda ona dönüşür.
“Frankenstein”, aslında çok basit bir gerçeği hatırlatır: Bir insanı canavar yapan doğası değil; gördüğü muameledir. Sevgi iyileştirir, ihmal yaralar, dışlanma saldırganlaştırır. Canavarı öldürmek kolaydır. Zor olan, önce onu nasıl yarattığımızla yüzleşmektir.
Kimse doğuştan kötü değildir. Sevgi verilmeyen ruh gölgelenir. Farklı olan dışlandığında, önce yalnızlaşır… sonra saldırır.
Bu yazının tüm hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Yazının tamamı veya bir bölümü; yazarın yazılı izni olmaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz, yayımlanamaz, ticari amaçla kullanılamaz. İzinsiz kullanım halinde yasal işlem başlatılacak olup, her türlü hukuki ve cezai sorumluluk izinsiz kullanan kişiye aittir.
©psikologecemsercan
